edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2014 Cumartesi

Öykü III/III KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ’IN BAŞINDAN GEÇENLER

Yazan: Şaman Bayyurt

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ’IN BAŞINDAN GEÇENLER
         Kırmızı Başlıklı Kız ormanın karşı tarafına giderken taşıdığı sepetin ağırlığı ve nemli sıcak havanın etkisiyle yarı yolda yorgun düştü. Biraz dinlenmek için bir ağaç kütüğünün üzerine oturdu. Ormanda hayvanlarla yalnızken hep yaptığı gibi, giysilerini çıkarmış, elinde taşıdığı sepetin içine yerleştirmişti. Annesinden aldığı doğa tanrıçasını andıran kokusunu ormandaki hayvanlar kilometrelerce öteden alabiliyorlardı.
Ormanın tüm seslerine aşina olduğu için arkasında hışırdayan çalılar Kırmızı Başlıklı Kız’ın hemen dikkatini çekti. Dönüp baktığında, karşısına çıkan ufak tefek, biraz da dişil görünen erkek kurttan, önce irkilmedi. Ama hayvanın gözlerine dikkatlice baktığında, kurdun kendisini yemek için oraya gelmiş olduğunu anladı. Doğayla çok güzel iletişim kurabilen kız, kurtla anlaşmaya çalışarak vakit kazanmanın bu durumda yapabileceği en akıllıca şey olacağını düşündü. Belki, diğer dost hayvanlar gelir ve onu kötü kurdun elinden kurtarırlardı.
Gözleri vahşetle kıpkırmızı parlayan hayvanla sevecen bir sesle konuşmaya başladı. Önce kendisini neden yemek istediğini sordu. Hayvan, karnının aç olduğunu ve onun saldığı nefis kokunun iştahını arttırdığını söyledi. Kız, iştahını yemekten bile daha güzel tatmin edebilecek bir şey bildiğini söylediğinde, kurdun gözleri merakla açıldı ve kıza onun ne olduğunu sordu. “Hiç, bir insanla seviştin mi?” diye sordu kız. Kurdun cevabı olumsuzdu ama meraklanmıştı. “Peki, hiç sana bir insan dokundu mu?” dedi kız. “Hayır” dedi iyice meraklanan kurt.
Sakince, çok doğal ve akıcı bir hareketle kurdun önünde çömelerek, yavaşça elini uzattı. Hayvanın erkeklik organına dokundu ve onu hafifçe okşamaya başladı. Organ bir anda büyüdü. Hayvan, kızın etkisi altına girmişti. Artık, kesinlikle onu yemek ya da ona zarar vermek istemiyordu, hatta ona âşık olmuştu. Evet,  zarar vermek istemiyordu, ama bu aşkın yol açtığı cinsel dürtüsü dayanabileceğinden çok daha kuvvetliydi.
Hayvan hızlıca arka ayaklarının üzerine kalktı ve ön ayaklarını, şiddetle, tepkinin etkisiyle elleri ve dizlerinin üzerine çökmek zorunda kalacak olan kızın omuzlarına koydu. Kurt çok hızlıydı ve kızın ıslak karanlığı için yanıp tutuşuyordu. Karanlığın kokusu ve onun çıplak teni, kurdu çok tahrik etmişti. Hiç düşünmeden, çabucak kızın arkasına geçti. Ön ayaklarını onun omuzlarına, cildine zarar vermeyecek şekilde ama kararlıca bastırarak arka ayaklarının üzerine kalktı. Vahşi hayvan kendinden geçmiş gibi görünüyordu. Kemiğini organının içine itip ileri geri hareketlerle kızın ıslak karanlığını aramaya başladı.
Bu olaydan birkaç hafta önce, ılık bir mayıs akşamı, Kırmızı Başlıklı Kız’ın anne ve babası, yani kral ve kraliçe sarayda bir bahar balosu düzenlediler. Konuklar arasında yıllar önce Anakraliçe’nin evlendirdiği yaşlıca bir baron ve eşi vardı. Barones yaşına göre hala muhteşem güzel görünüyordu. Anakraliçe akşam yemeğinden önce, bir fırsatını bulduğunda, baronesin hikâyesini ballandıra ballandıra anlattı. Onu nasıl giydirip güzelleştirip ölmeden hemen önce kocasına sunduğunu ve kızın böylece kendi ailesinin asaletinin bir parçasını alarak asiller camiasına katıldığını gururla sözlerine ekledi. Kralla olan evliliği esnasında yakından da tanıdığı bu, kendisinden 20 yaş kadar küçük olan baronla kızı tanıştırmış ve evlenmelerine önayak olmuştu. Gecenin sonuna doğru Kırmızı Başlıklı Kız ve güzel barones sarayın sonsuz ormanlarla kaplı bahçesinde küçük bir gezintiye çıktılar. Gözünü üstlerinden ayırmayan Anakraliçe onların yokluğunu hemen fark etti ve sessizce peşlerine düştü.
Barones ve Kırmızı Başlıklı Kız bir süre bahçede dolaştıktan sonra kızın çok sevdiği o kuyubaşına geldiler. Kız baronesten izin isteyerek sanki bir doğa ritüelini tekrarlarmış gibi çırılçıplak soyundu ve kuyudan çektiği bir kova suyu büyük bir zevkle başından aşağıya döktü. Barones, kızın, suyu çektiği sırada, dolunay ışığında kızgın bir bronz heykel gibi parlayan vücudunu seyrederken ıslandığını fark etti ve kızın muhteşem göğüslerini okşamadan edemedi. Ardından kızı dudaklarından öptü ve kuyunun kenarına oturttu. Kız elleriyle sıkıca çıkrığın dikmelerini tutarak ayaklarını açık bir şekilde havaya kaldırdı. Barones, kızın sütun gibi düzgün bacaklarının arasında diz çökerek onu yalamaya başladı. Kızın derinden gelen inlemeleri baronesi daha da şevklendirdi, dilini, hep daha derinlere sokarak büyük bir zevk ve iştahla karanlığı dakikalarca yaladı. Kızın çığlıkları yükseldikçe yükseldi.
Bu, görünüşte bir zamanlar yaşlı çınarla yaşadıklarına çok benziyordu. Ama bir insanın bilinçlice hedefe yönelik olarak her seferinde doğru yeri yalayan dilini kullanması ve bunun verdiği kesintisiz cinsel zevk hissi de oldukça farklıydı. Bir süre sonra kız iyice ıslanmıştı ki, barones, kızın ıslak karanlığına işaret parmağını ilk eklemine kadar soktu ve çıkarttı. Kız, neden durduğunu sorduğunda ise barones, ona anlatacak şeyleri olduğunu söyledi:
Barones, kıza büyükbabasının öldüğü gün sarayda kraliçeyle arasında geçenleri anlattı, “Hemen hemen az önce yaptığımız gibi olmuştu. Aslında önce korkmuştum ama kraliçenin şehvetli dokunuşları korkumu kısa sürede zevk dolu bir hisse çevirmişti” dedi. “Yalnız, o gün kraliçe, ıslak karanlığıma işaret parmağıyla beraber başka bir şey daha sokmuştu. Soktuğu şey çabucak içimde erimiş ve karanlığımı serin hatta soğuk bir duygu kaplamıştı” diye de ekledi.
Belki de Anakraliçe’yle aynı cinsel eğilimlere sahip olan Kırmızı Başlıklı Kız olan biteni çok iyi anladı ama ıslak karanlıkta eriyen o nesneye bir anlam veremedi. Saklandığı yerden, onları dinleyen Anakraliçe biraz tedirgin oldu ama hala ikisinin de bildikleri çok az olduğundan üzerinde durmadı.
İsmini, emekli olunca, sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinin karşı tarafına taşınan dadısının, ona veda hediyesi olarak verdiği ve onun da kafasından hiç çıkarmadığı bir başlıktan alan Kırmızı Başlıklı Kız, annesinin doğa sevgisini ve tüm fiziksel güzelliğini almıştı. Gün batımı kırmızısı düz uzun saçları, annesinin çilleri, hokka burnu, bir zencininkini andıran dolgun pembe dudakların süslediği biraz büyükçe ama güldüğü zaman güneşleri doğduran bir ağzı ve narin ama kararlı bir çenesi vardı. Çilli uzun boynunun altındaki hafif genişçe omuzları, birer yarım asma kabağıymışçasına dimdik olan ve elbisesinin yakasından taşan iri göğüslerini gururla taşıyor gibi dururlardı. Narin, incecik beli, birer küçük karpuz gibi hafif irice olan kalçalarına öyle bir tezat oluşturuyordu ki, elinizi kızın beline koymak isteseniz onu nereye koyacağınız konusunda bir çelişkiye düşerdiniz. Dümdüz uzun bacaklarının altındaki minicik ayaklarıyla öyle hızlı koşabilirdi ki bahçedeki hiçbir hayvan onunla yarışamazdı.
Kız tabii ki tüm özelliklerini annesinden almamıştı. Büyükannesinin gözlerinde parlayan ve zamanında birçok erkeğin canını yakmış olan o şeytani kıvılcım bu kızda da vardı. Kızın, bu şeytani içgüdüden kaynaklanan ama yine de Anakraliçe’ninkilerle yarışacak düzeyde olmayan bazı garip davranışları da yok değildi.
Kız, aynen annesi gibi çoğunlukla bahçedeki kuyunun başında oynardı.  Ama o, doğa sevgisini kendi akışına bırakmıştı… Yaşlı bir çınara yaslandığında, ten teması düzeyini dorukta tutabilmek amacıyla bunu çırılçıplak yapardı. Islak karanlığının kokusu annesininkiyle aynıydı. Tahmin edersiniz ki ağaç bu durumda kendini çok daha şanslı hisseder ve çok daha çabuk, ıslak karanlığın hizasında ama birazcık aşağıdan bir dal çıkartırdı. Bu dallar kızı önceleri gıdıklar, eğlendirirdi. Ama birkaç yıldır karanlığına sürtünen dallar daha değişik bir his vermeye başladılar. Zaten karanlığın ıslanmaya başlaması da kız, bir bahar günü yaşlı bir çınarla adeta sevişirken olmuştu:
Üç sene kadar önce, güzel bir bahar günü, her zamanki gibi çırılçıplak ormanda dolaşırken esen ılık bir meltem, bulunduğu yere, cinselliği çağrıştıran kokular taşımıştı. Büyük bir olasılıkla yakınlarda iki hayvan çiftleşiyordu. Kızın o zamanlar cinsellikle ilgili hiçbir fikri yoktu ama aldığı koku sanki ona bir şeyleri açıklar gibiydi. Belki de ilk cinselliğine duyduğu bilinçsiz açlığı tatmin edebilmek için yanındaki yaşlı bir çınara öylesine sıkı sarılmıştı ki çınar, önce kendisine verilen bu hediyenin sarhoşluğuyla, kızın ıslak karanlığının hizasından filizlenmeyi bile unutmuştu. Gelen kokuya seks inlemeleri de eşlik etmeye başladığında, tatlı sarhoşluğundan biraz uyanır gibi olan çınar gerektiği yerinden hemen filizlendi, küçük, kısa ama işaret parmağı kalınlığında bir dal çıkarttı.
“Ağaçlar hareket eder mi?” demeyin.  Bu ağaç bütün bu cinsel uyarıların etkisi altında, yumuşacık taze yapraklarıyla donattığı dalını ileri geri hareket ettirmeyi beceriyordu. Amacı tabii ki kızla cinsel ilişkiye girip neslini türetmek değildi. Görmüş geçirmiş yaşlı bir çınar olan bu ağaç kendi soyunun ve altındaki sevişmeleriyle üreyip bir sene sonra yavrularıyla onu ziyarete gelen insanların nasıl çoğaldığını çok iyi biliyordu. Amacı sadece doğadaki tüm canlılar gibi âşık olduğu bu tanrıçaya zevk vermekti. Ağacın ileri geri hareketleri öyle bir zevk veriyordu ki kız yavaş yavaş ve derinden inlemeye başladı. Bir süre sonra henüz hiç fark etmemiş olduğu bir şey oldu ve karanlığı hayatında ilk defa ıslandı. Bu ıslaklığın baş döndürücü güzellikteki kokusu, uzaktan gelen cinselliğin izlerini bir anda havadan sildi. O anda sadece o ve yaşlı çınar vardı. İkisi de çok mutlu, zevk dolu bir beraberliğin birer yarısıydı. Çınar durmadı. Kız, ormanın her yerinden duyulabilecek yükseklikteki zevk çığlıklarını dakikalarca atıp sonunda rahatlayana kadar devam etti. İşte Kırmızı Başlıklı Kız’ın cinsellikle ilk tanışıklığı böyle olmuştu.
Bu olayın üzerinden birkaç bahar geçmişti. Güneşli bir gün, Kırmızı Başlıklı Kız sarayın bahçesindeki, çok sevdiği kuyubaşında, ormanda hep yaptığı gibi çırılçıplak, bir ağacın altında uyuyakalmıştı. Önündeki mis kokulu baharatlar ve yaban otlarının arasından bir kaplumbağa çıktı. Kızın, tanrısal ıslak karanlığının, daha da tanrısal kokusunun etkisi altında, sessiz ve yavaş kaplumbağa adımlarıyla kızın bacaklarının arasına girdi. Doğruca karanlığa yöneldi. Koku gittikçe güçleniyor ve kaplumbağa da gittikçe daha fazla tahrik oluyordu. Hayvanın, karanlığa yeterince yaklaşıp onu yalamak dışında yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ve onu da yaptı.
O esnada kız, hayatından çok memnun, tatlı bir gülümsemeyle uyandı. Kaplumbağanın kendisini bir süre daha yalamasına izin verdi. Sonra onu iki eliyle zarifçe tutup yanındaki çimenlerin üzerine koydu. Kaplumbağayla selamlaşıp onun nereden gelip nereye gittiğini sordu. Kaplumbağa, eski sahibi olan cadının ölmüş olduğunu ve artık ona zarar vermeyeceği için, açığa çıkması bazı kişilerin işine yarayacak ve bazı kötü kişilerin ise cezalandırılmasına yol açacak birkaç sırrı yaymak üzere yola çıktığını anlattı. Kızın hiçbir şeyden haberi yoktu. Hafızası kendini hiç yanıltmamış olan kaplumbağa, kızı, yıllar önce cadının evine gelen kadına olan benzerliğinden dolayı tanıdı, kadın da sonuçta kızın büyükannesiydi.
O, şimdi ölmüş olan cadı sahibiyle birçok güzel an yaşamıştı. Kadın ona vücudunun tüm cinsel uzuvlarını gösterir ve yalatırdı. Hatta bazen başını ıslak karanlığına sokmasına izin verirdi. Artık bir insan kadınıyla yaşanan cinsellik, bu kaplumbağa için de bir zevk kaynağı hatta bir ihtiyaç olmuştu. Ondan bundan konuşur ve kız, bir zamanların şeytani güzeli büyükannesine de biraz çekmiş ve onun cinsel eğilimlerini almış olduğundan kaplumbağaya, hiçbir yadırgama belirtisi göstermeksizin, o neresini görmek isterse gösterir ve yalatırken.
Kaplumbağa ona, yıllar önce cadı ile zamanının kraliçesi olan Anakraliçe arasında geçen konuşmadan bahsetti. Sonra da Anakraliçe’nin, o zaman aynen cadının da tanımladığı gibi, erkeğin, cinsel organından vücuduna giren ve onu birkaç saat içinde hiçbir ön belirti olmaksızın öldüren, kadınlara ise hiçbir zarar vermeyen bir fitil satın aldığını anlattı. Bir süre sürdürdükleri bu oynaşma, yalaşma ve sevişmelerden sonra yüzünde pişkin ve bilge bir gülümsemeyle, bu doğa tanrıçasıyla yaşadığı zevk dolu anların etkisiyle, ağzı kulaklarına vararak yoluna devam etti.
Kırmızı Başlıklı Kız da az önce yaşadığı zevkli anları sindirebilmek için bir süre orada, yaşlı ağacın gölgesinde yattı. Bu esnada kafasındaki bazı soru işaretlerinin yok olduğunu ve bazı olayların onun için açıklığa kavuştuğunu fark etti. Bir cinayetin nasıl işlenmiş olduğunu anlamıştı. Bu hem iyi hem de kötüydü. Cinayeti büyükannesinin işlemiş olması küçük kızın tüylerini ürpertiyordu. Barones ve kaplumbağanın anlattıklarını birleştirince cinayetin nasıl işlenmiş olduğunu açıkça gözlerinin önüne getirebildi. İçi, cani büyükannesine karşı büyük bir korku ve dedesini öldürenin öz büyükannesi olması nedeniyle büyük bir hüzünle dolmuştu.
Kırmızı Başlıklı Kız, akşamüzeri kafasında bin bir düşünceyle saraya döndü. Akşam yemeğinde, her zamanki cıvıl cıvıl halinin eksikliği fark edilip ona sorulduğunda, “Herhalde gölgede yatarken hafif üşütmüş olmalıyım, biraz kırıklık hissediyorum.” dedi ve o an için sorgulanmaktan kurtuldu.
Günler günleri kovaladı. Kızın büyükannesine karşı olan nefreti de her geçen gün katlanarak arttı. Anakraliçe de bunu fark etti ve bir gün torununa nesi olduğunu sordu. Hep doğruyu söyleyen kız, bu kez, korkusundan gerçeği söyleyemedi. Yalnızca tanıdığı kızların birer tonton dedeleri olduğunu ve bunun eksikliğini çok duyduğunu söyledi. Bu kadarı Anakraliçe’ye yetmişti. Hızlı yaşadığı hayatı boyunca karşılaştığı birçok insanın tecrübesine sahip, yaşlı bir kadındı. Onu kandırmak zor, hatta imkânsızdı. Anakraliçe hemen bir plan yaptı.
Aynı gün öğlen yemeğinden sonra Anakraliçe, eskisi öldüğü için, methini uzunca bir süredir duyduğu diğer bir cadıya gitti. Cadı onu bahçe kapısında, omzunda, gökkuşağı renkli kuyruğu olan gri papağanı ve ayaklarına sürünüp kendini okşayan kara kedisiyle, büyük bir tezahüratla karşıladı. Hava güzel olduğu için bahçedeki kameriyede oturdular. Cadı ufak bir büyüyle mutfağında çayın demlenmesini sağladı, ardından gidip hazır demlenmiş, özel otların karışımından olan çayı aldı ve ikisi için de birer fincan doldurdu. Tabii arsızca miyavlayan kedisine bir tas süt, bas bas bağıran papağanına da biraz su vermeyi ihmal etmedi.
Bir ritüel gibi yapılmış bu konuksever hareketler sayesinde rahatlamış olan Anakraliçe hemen konuya girdi ve derdini anlatmaya başladı. Tabii konuyu kendi açısından, biraz çarpıtılmış bir biçimde yansıttı. Plan şöyleydi:
Anakraliçe hasta dadısına kek ve şurup götürmesi için Kırmızı Başlıklı Kız’ı sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinin karşı tarafına gönderecek ve kendi de bir erkek kurt kılığında gelerek Kırmızı Başlıklı Kız’ı öldürüp yiyecekti. Böylece, cinayeti kendisinin işlediğini bilen hiç kimse kalmayacaktı.
Cadı, Anakraliçe’nin isteklerinin gerçekleştirilebileceğini söyledi. Yalnız, iki şartı vardı:
Öncelikle cadı, Anakraliçe’yi tabii ki bir insanı parçalayıp yiyebilecek güçte ama yine de sadece ufak tefek ve dişil bir erkek kurt yapabiliyordu. Eğer bir erkek kurtla cinsel ilişkiye girerse büyü bozulacak ve Anakraliçe eski haline dönecekti. Kırmızı Başlıklı Kız’ın doğa sevgisini ve onunla mükemmel iletişim kurma yeteneğini duyduğu için, cadı ikinci koşul olarak, için Anakraliçe’ye kesinlikle onunla konuşmamasını söyledi. Kurt olması durumunda aklı ve duygularının da kurt aklı ve kurt duyguları olacağını ekledi. Konuşursa, Kırmızı Başlıklı Kız’ın onu kolayca etkisi altına alabileceğini belirtti. Anakraliçe kendisine Kırmızı Başlıklı Kız’ı yemeyi hedefleyip, yalnızca bu hedefe ulaşmak amacıyla gidip kızı yemek zorundaydı. Yaşlı kadını bu şartlar korkutmamıştı. Kendisini bir erkek kurda çevirecek büyülü sıvıyı cam bir şişe içinde aldı ve yola koyuldu.
O akşam Anakraliçe, Kırmızı Başlıklı Kız’ı yanına çağırarak “büyükanne” dediği eski dadısının çok rahatsızlanmış olduğunu ve kendisini görmek istediğini söyledi. Onu hemen ertesi sabah bir şişe şurup ve bir kekle büyükannesine gitmekle görevlendirdi. O gece Kırmızı Başlıklı Kız yine kafasında bin bir düşünceyle uykuya daldı. Rahatsız bir uykudan sonra sabah erkenden kalktı. Henüz daha kimse uyanmadan hasır bir sepete koyduğu kek ve şurupla yola koyuldu. İçinde kötü bir his vardı ama yine de büyükannesinin emrine boyun eğdi. Çok uzun bir yolu vardı, ormandan geçerken çok sevdiği dadısı için orman çiçekleri topladı.
Birkaç saat yol aldıktan sonra hikâyemizin başında bahsettiğimiz ağaç kütüğünü gördü. Erkek kurtla karşılaşmasını, onu nasıl etkisi altına aldığını, kendisine nasıl aşık ettiğini ve bu aşkın nasıl çığırından çıktığını biliyoruz. Küçük ve dişil erkek kurt, organıyla Kırmızı Başlıklı Kız’ın ıslak karanlığını ararken zevk ve şehvetten o kadar çok hırıldıyordu ki arkasındaki çalıların hışırdadığını fark etmedi. İşte o anda, arkasında, tüm ihtişamıyla gerçek bir erkek kurt belirdi. Küçük kurt ne olduğunu anlayamadan erkek kurt organını büyük bir hışımla ona sapladı ve büyü bozuldu, küçük kurt Anakraliçe’ye dönüştü.
Başladığı işi hiçbir zaman bitirmeden bırakmama alışkanlığına sahip erkek kurt yaklaşık bir saat Anakraliçe’yle cinsel ilişkisine devam etti ve kuvvetli pençelerini onun omuzlarına saplayarak kaçmasına izin vermedi. Bu arada Kırmızı Başlıklı Kız can havliyle kurt tarafından taciz edilmekte olan büyükannesinin elinden kurtuldu. Onun ilerlemiş yaşında bu çılgınca birleşmenin etkisiyle bir kalp krizi geçirerek can çekişmesini istemeyerek, biraz üzüntüyle ama adaletin de yerini bulmasından hafif memnun seyretti.
Dadısının hasta olması hikâyesinin gerçek olmadığını anlayan Kırmızı Başlıklı Kız geri döndü ve saraya doğru yoluna devam ederken kendi yaşlarında bir kız ve bir oğlanla karşılaştı. Bütün bu kötü deneyimlerine rağmen hala cana yakın olan kız onlara isimlerini ve nereye gittiklerini sordu. Kız isminin Gretel oğlan ise Hansel olduğunu, ikiz olduklarını ve evlerinin yolunu kaybettiklerini söylediler. Ardından Anakraliçe’nin gittiği cadının evinin yönünde yollarına devam ettiler.
Kırmızı Başlıklı Kız akşam üzeri saraya vardı ve hikâyesini annesiyle babasına anlattı. Saray muhafızları gönderildi, Anakraliçe’nin cesedi arandı ama nafile, muhafızlar cesedi bulamadılar. Aslında yaptığı kötülüklerden sonra da ne kral ne de kraliçe cesedi bulmak için çok fazla uğraşılması taraftarı olmadılar. Olay unutuldu. Kral, kraliçe ve Kırmızı Başlıklı Kız hayatlarının sonuna kadar bazen mutlu bazen de mutsuz yaşadılar.
Bir sonraki hikayemizde kızın ormanda karşılaştığı iki genç insanın yollarının nereye vardığına bakacağız.


Öykü II/III KURBAĞA PRENS NASIL YAŞADI

Yazan: Şaman Bayyurt
KURBAĞA PRENS NASIL YAŞADI
Güney krallığında, kralın üç kızı vardı. En büyükleri 19 yaşında, beline kadar sarı saçları, çam yeşili büyük güzel gözleri, pespembe ince, zarif dudakları, bir kuğu edasıyla hafifçe yana eğdiği uzun güzel boynu, birer yarım portakal gibi, biraz küçük ama çok güzel göğüsleri, incecik beli ve uzun bacaklarıyla eşine az rastlanır güzellikte bir kızdı.
Ortanca kız 17 yaşındaydı ama ablası kadar güzel değildi. Yine de kömür karası saçları, siyah çapkın gözleri, koyu erik kırmızısı iri dudaklarının süslediği minicik ağzı, dolgun ama diri vücudu, küçük birer kavun büyüklüğündeki iri güzel göğüsleri ve her an doğurmaya hepsinden hazır görünen yuvarlak geniş kalçaları saraydaki tüm erkeklerin aklını başından alıyordu. O, yanlarından geçerken babası hariç, tüm saray erkekleri, büyük bir iştahla, dönüp, onu bir kez de arkadan süzüyordu.
En küçüklerine gelince, belki en güzelleri değildi ama dâhiyle deli arası bir bakışla çevresini süzen yeşil ela gözleri, ateş kırmızısı kıvırcık saçları, çilli hokka burnu, tatlı, sulu, dolgun, kütür kütür koyu kirazları andıran dudakları, ipek elbisesinin dekoltesinden taşan, incecik vücuduyla neredeyse orantısız büyüklükteki iri göğüsleriyle tartışmasız en seksileri oydu.
İki büyük kızın da tek bir hayali vardı. En kısa zamanda ya bir kral, ya da en azından bir prensi ayartıp çocuk yapmak, sonra da evlenerek bir sarayda iktidar sahibi olmak. Tabii bu kolay bir iş değildi. Öncelikle, tahmin edebileceğiniz gibi, çevrede fazlaca başıboş dolaşan kral ya da prens yoktu. Dolaşanların çoğu da ya evli ya da nişanlıydı.
Aslında iki büyük kız için bu evliliklerin ve nişanların pek bir önemi yoktu. Çünkü, onlar aşka değil iktidara inanıyorlardı. Diğer bir deyişle iktidara âşıklardı. İkisi de pek çok evli kral ve prensle ilişkiye girmiş ama ne yazık ki hamile kalmayı henüz becerememişlerdi. Küçük kardeşlerinin aksine cinsel açıdan çok tecrübelilerdi. Ellerine geçirdikleri bir erkeklik organıyla gerek vücut açıklıkları gerekse elleriyle ne yapabileceklerini, onu nasıl yalamaları gerektiğini, hangi sertlikte elleriyle ovacaklarını ve boyuna göre ne kadar derine alabileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Küçük kız henüz yeni 16 yaşına basmıştı. Bazı açılardan, ablalarına göre çok daha saf olmasına karşın, başka konularda çok duyarlı ve dolayısıyla tecrübeliydi. Doğayı, bitkileri, hayvanları çok severdi. Bu sevgisini her fırsatta göstermekten de hiç çekinmezdi. Tabii bu sevgiden etkilenen doğa da onu karşılıksız bırakmazdı. Mesela kız bir elmayı ısırdığında, elma bundan tahrik olur ve tüm vücut sıvılarını bir araya toplayıp, hepsini aynı anda, coşmuş bir gayzer gibi kızın ağzına fışkırtır, elini yüzünü sanki bol sulu tropik bir meyveymişçesine ıslatırdı. Sular kızın ellerinden, narin ama kararlı çenesinden süzülür, ince uzun, güzel boynunu yalayarak, birer kor parçası gibi yanan nefis göğüslerine akar, onları uçlarına kadar sırılsıklam ederdi. Ya da, kız yaşlı bir çınara yaslandığında, onun ıslak karanlığının kokusuna dayanmayan ağaç, hemen, yaşlı gövdesini kaplayan yıllanmış kalın kabuğunun, kızın bacaklarının arasına gelen yerinden filizlenir ve belki dokunabilir hatta içine girebilirim umuduyla çabucak bir dal çıkarırdı.
Sadece bitkiler değildi tabii ki kızın sevgisine cevap veren. Kız hayvanlarla, kelimelerle anlaşabildiği gibi mükemmel bir şekilde telepati yoluyla da iletişim kurabiliyordu. Dişi hayvanlar sanki tanrıçalarına yaklaşırlarmış gibi bir sevgiyle; erkekleri ise belki bana dokunur, beni okşar, hatta şansım varsa erkeklik organımı okşar ya da yanlışlıkla açıklıklarından birinin içine alır umuduyla, sanki tanrısal ama bu sefer korkunç bir cinsel istekle yaklaşırlardı bu doğa tanrıçasına. Tabii bu tanrıçaya zarar vermek akıllarının ucundan bile geçmediği gibi onun için kendilerini feda etmeye de her an hazırlardı.
Küçük kız her gün saraydaki hayvanları ziyaret eder ve hepsiyle teker teker konuşurdu. O gittikten sonra tahrik olmuş erkek hayvanlar hemen dişilerin üstüne atlar ve onları tanrıçanın aşkıyla hızla atan kalplerinin basıncıyla, patlayacakmış gibi dolup sertleşmiş organlarıyla mutlu ederlerdi. Böylece sarayın çiftliğindeki hayvanlar inanılmaz sayıda ürer, hepsi yenemeyeceği için etleri zorunlu olarak saray çevresindeki fakir halka dağıtılırdı. Küçük kız ise, her seferinde, bu yapılan iyiliğin kendi eseri olduğundan tamamen habersiz, koşar, babasını büyük bir sevinçle kucaklayıp öper, ona “Sen kralların en iyisisin” derdi.
Bundan 17 sene önce bir gün, at üstünde, cücelerin yanından ayrılan prens, prenses ve kurbağa yavruları üç gün üç gece yolculuktan sonra, güneşli bir sabah vakti merkez krallığın sarayına vardılar. Bu ülkede birinin babası kral diğerinin annesi ise kraliçeydi. Kral, kızını tekrar görünce sevinçten deliye döndü. Onunla gelen prensi hatta ortak ürünleri olan kurbağayı bile coşkuyla kucakladı ve bağrına bastı. Kız babasına evleneceklerini söyledi. Damat adayının bir prens olması ve aralarında kan bağı bulunmaması nedeniyle kral bunu olumlu karşıladı.
Akşam yemeğinde, kız hikâyesini anlattığında, kraliçe suçlu duruma düşer gibi oldu. Ama kadın onu da punduna uydurmuştu. Her şeyi yalanladı. Hizmetlisinin tanıklığıyla, prensesi ormana götürüp öldürmesi için talimat verdiği avcının kafasını, kendisine cinsel taciz ve ihanet suçuyla, uzunca bir süre önce uçurtmuştu. Böylece yaptıklarının hiçbir tanığı kalmamıştı. Zaten prenses de iyi kalpli olduğundan kraliçeyi kolayca affetti. Prens ve prenses kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlendiler.
Kralın ölmesi durumunda, oğlunun kral olması kesinleşen kraliçe hemen yeni bir plan yaptı. Artık kraldan kurtulması gerekiyordu. O ülkede isteyen babalar kızlarının bekâretini krala bozduruyorlardı. Bu hem kızın değerini arttırıyor hem de aileye büyük bir gelir getiriyordu. Kralın da, istediği kızın, 16 yaşından sonra, bekâretini bozma, başka bir deyişle bekâretini satın alma hakkı vardı. Bu durumda kraliçenin de bazı hakları oluyordu tabii. Örneğin Kızın bekâretinden emin olmak ve kendi sağlığını koruyabilmek için kızı muayene etme hakkı vardı. Bu durumda tahmin edileceği gibi, kocasına daha güzel bir hediye hazırlamak amacıyla, kızı yıkama, temizleme ve giydirme hakkına sahipti.
Kraliçe o civardaki en güzel, en seksi bakireyi buldu, kız daha bir hafta önce 16’sına girmişti. Kızın babasına gitti ve ona kızın bekâreti için yirmi kese altın sundu. Fakir bir çiftçi olan baba bu teklifi tabii ki hemen kabul etti. Daha sonra bir cadıya giden kraliçe, erkeğin cinsel organından vücuduna giren ve onu birkaç saat içinde hiçbir ön belirti olmaksızın öldüren, kadınlara ise hiçbir zarar vermeyen fitil şeklinde bir zehir aldı. Ardından saraya döndü ve kızın kendisine getirilmesini buyurdu.
Kız kısa bir süre sonra kraliçenin odasına getirildi. Kraliçe kızı önce, ılık sütle bir güzel yıkadı, ardından onu saf ipekten havlularla kuruladı. Sonra saçlarından başlayarak tüm vücudunu muayene etti. Onun, patlamaya hazır volkanlar gibi önünden çıkan iki tepeciğini de okşayıp öpmeden geçemedi. Muayenenin en zevkli kısmını da sona saklamıştı. Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi kızın ıslak karanlığını muayene etmeye başladı. Kızı bir yatağa yatırmış, bacaklarını açmıştı. İçeri parmaklarını rahatça sokabilmesi için önce kızı ıslatması gerekiyordu. Bunun için dilini kullandı. Kızın derinden gelen inlemeleri, yaptığı işte kraliçeye daha da zevk veriyordu. Kızın yeterince ıslandığına karar veren kraliçe, elinde sakladığı fitili yavaşça kızın ıslak karanlığına soktu. Ardından kızın bacaklarını ve minnacık zarif ayaklarını muayene etti. Cadının söylediğine göre fitil birkaç dakika içinde eriyecek ve iki gün boyunca etkisini sürdürecekti. Bu yüzden kraliçe muayenesini bitirmekte acele etmedi. Ardından kıza, krallıktaki en güzel, kırmızı saf ipekten iç çamaşırlarını, tabi ki kızın ıslak karanlığını kapatmayacak biçimde giydirdi. Saray berberi çağırıldı, kıza muhteşem bir prenses saçı yapıldı. Kızın vücuduna oturup hatlarını tamamen gösteren, kırmızı-siyah, saf ipekten elbise ve kırmızı, topuklu ayakkabılar bu göz ziyafetini tamamladılar. Kraliçe kızın cinselliğe aç gözlerini, her şeyi yalarım, emerim edasıyla yuvarlak bir biçimde hafif açık duran ağzını şiddetle vurgulayan makyajını bizzat kendisi yaptı.  
Öğle yemeğinde kraliçe, kralın kulağına eğilip, yemekten sonra onun için bir sürprizi olduğunu fısıldadı. Buna çok heyecanlanan kral, kraliçeye söyletene kadar, ısrarla sürprizin ne olduğunu sordu. Kraliçe daha ana yemek bitmeden pes etti ve kralın kulağına onun için hazırlamış olduğu sürprizi söyledi. Kral büyük bir neşeyle hızlıca, özellikle, cinsel isteği arttırıcı şekilde hazırlanmış olan yemeğini yedi. Tatlıyı bile beklemeden, coşmuş bir aygır gibi, kraliyet yatak odasına koştu.
Önce, karşısına çıkan güzel kızın ateşli dudaklarını fark etti. Kıza, onu görür görmez sertleşmiş olan organını göstererek, emmesini söyledi. Kız denileni yaptı. Kral birkaç dakika organını emdirdikten sonra, soymaya bile gerek görmeden kızı kalçalarından yakaladı ve eteğini kaldırdı. İçinde ıslak karanlığını koruyan hiç bir şey olmadığını fark etti. Zaten açıkta olan ve yaşlı kalbinin atabileceği en hızlı şekilde atan erkeklik organını kızın sıcak karanlığına soktu ve uzunca bir süre ileri geri hareket etti. Kız ve kendisi yorgun düşene kadar seviştiler. Sonra yediği yemeğin ve yoğun sevişmenin verdiği rehavetle uzun bir uykuya daldı. Bu, hayatının en uzun uykusu oldu. Çünkü, bu uykudan bir daha uyanmadı. Tabii ki, ölümüne neden olabilecek hiçbir şey bulunamadığı için kralın neden öldüğü uzunca bir süre ortaya çıkmadı.
Yeri gelmişken, prensesin yanında getirdiği, Kurbağa Prens’ in hikâyesine de biraz değinmeden edemeyeceğim:
Bir zamanlar doğu krallığındaki küçük bir kasabaya, bir panayır günü, genç bir sihirbaz gelmiş ve orada hünerlerini sergilemiş. Sihirbaz hünerli elleriyle öyle büyük bir sevgi yayıyormuş ki gösterisini yaptığı kısacık sürede, tüm kasaba halkının sevgisini kazanmış. O zamanlar henüz genç ve çok seksi bir kadın olan kasabanın cadısı da bu gösteriyi izlemiş. Sihirbazın hünerli ellerini çok kıskanan cadı hemen bir plan yapmış. Amacı onun ellerini iyi bir cadı olmasını istediği küçük kızı için ele geçirmekmiş.
Önce en cazibeli gülümseyişiyle ona yaklaşmış ve cinselliğe susamış bakışlarla gösterisi hakkında sorular sormaya başlamış. Cadının cazibesi ve dekoltesinden taşan göğüslerinden çok etkilenen sihirbaz sonunda onunla evine gitmeye razı olmuş. O esnada, cadının misafir odasında, panayır günleri boyunca onu yatakta mutlu eden ve panayırda biraz para kazanırım diye gelmiş olan genç, yakışıklı bir ressam kalıyormuş. Cadının kızı ise kendi odasında, ufak tefek cadılık numaraları yaparak oynuyor, kendini oyalıyormuş.
 Cadı, eve gelir gelmez, büyülü planını uygulamak üzere sihirbazı tahrik etmeye başlamış. Önce boğazını kestiği bir tavuğu başının üzerinde tutarak akan kanı içmiş. Kanın büyük bir kısmı çenesini ve boynunu yalayarak, sıcak yaz gününde giydiği incecik kar beyazı ipek elbisesinin üzerine akarak onu ıslatmış. Bu da, onun muhteşem vücut hatlarını ortaya çıkarmış. Bu güzellik ve cinsel çekiciliğe dayanamayan sihirbaz cadının kanlı göğüslerini okşarken, cadı, çıkarabildiği en seksi çığlıkları önce sessizce, giderek de bağırarak atmaya başlamış. Bu çığlıklar sihirbazı çileden çıkartmış. Hemen erkeklik organını çıkartıp, cadının ıslak karanlığına sokmak istemiş. Ama cadı, böyle yapamayacağını, sihirbazın önce kendisini elleriyle tahrik etmesi gerektiğini söylemiş. Sihirbaz istemeyerek boyun eğmiş ve o, karanlığa dokunur dokunmaz cadının çığlıkları tüm kasabada rahatlıkla duyulabilir bir yüksekliğe çıkmış. Bu gürültüye gelen cadının küçük kızı, karşılaştığı görüntünün etkisiyle avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başlamış. Bunu duyan ressam da içeri girmiş ve küçük kızı ellerinden tutarak dışarı çıkartmaya çalışmış.
Sihirbazın elleri karanlığa dokunur dokunmaz cadının büyüsü işlemeye başlamış. Bir anda bir ışık parlamış ve sihirbazın elleri küçük kıza, ressamınkiler sihirbaza, kızın elleri de ressama geçmiş. Bu kazaya çok sinirlenen cadı, önce, bir ejderhanın ağzını andıracak şekilde genişleyen ıslak karanlığından fırlattığı bir ateş topuyla sihirbazı vurmuş. Onu belki öldürememişse de çok uzaklara fırlatmış. Ardından da ressamı lanetlemiş ve kapı dışarı etmiş.
Lanet de şöyleymiş: Üç nesil boyunca, bu çocuk elleriyle yaşayacak ve kendine her nesilde bir prensesi âşık edecek. Eğer iki nesli bunu başarabilirse, üçüncü nesli, bir prenses tarafından sevilip, öpülüp, emilip, onunla cinsel ilişkiye girene kadar kurbağa olarak kalacak!
Yeni kral ve kraliçe kurbağa çocuklarıyla ne yapacaklarını bilmez bir durumda tahta geçtiler. Onlar çok büyük bir aşk yaşıyorlardı. İkisi de babalarının iyi özelliklerini almışlardı. Uyum içinde bir ilişkiyi nasıl yaşamaları gerektiğini biliyorlardı. Aşkları, ülke yönetimine de yansıyor ve kraliyetlerini, halkları için de bir cennete çeviriyordu. Komşu ülkelerde bu mutlu krallığın namını duymayan kalmamıştı.
Mutluluk ve aşk dolu yıllar geçirdiler birlikte. Bir gece, kral ve kraliçe, akşam yemeğinden sonra, aşk pembesi güller, mis kokulu nergisler ve leylaklarla dolu saray bahçesinde akşam yürüyüşlerini yaparken, beyazlara bürünmüş, orta yaşı biraz geçmiş, her halinden bilgelik ve güzellik taşan bir kadın belirdi karşılarında.
Kadının, hünerli olduğu hemen fark edilen, uzun parmaklı, kemikli ve bir hayli erkeksi görünen elleri çok dikkat çekiyordu. Kadın da ellerini, onlarla gurur duyuyormuşçasına sergilemekten hiç çekinmiyor görünüyordu.  Kadın onlara, çılgın büyüler yapan cadı annesi, uzaklara uçup kaybolan sihirbaz ve lanetlenen ressamın hikâyesini anlattı. Ardından güney krallığındaki küçük kızın doğa sevgisinden ve doğadaki tüm canlılarla nasıl anlaştığından bahsetti. Kral ve kraliçe aynı şeyi düşünerek bir an birbirlerine baktılar. Önlerine döndüklerinde, büyük bir şaşkınlıkla, kadının yok olduğunu fark ettiler.
Hemen ertesi sabah kraliyet arabası hazırlandı. Kral, kraliçe ve tabii ki küçük bir ahşap kafeste beraberlerinde taşıdıkları kurbağa yavruları yola çıktılar. Kuzey ve güney krallıklarının başkentleri birbirlerinden çok uzak değillerdi, hemen o günün akşamı güney krallığının sarayına vardılar. Büyük bir kraliyet töreniyle karşılandılar. Yemekten sonra izin isteyerek her gün yaptıkları akşam yürüyüşlerine çıktılar. Sevecen, cana yakın olan küçük kız da onlarla gelmek istediğini söylediğinde kızın isteğini geri çevirmediler.
Aslında kızın gelmesi iyi de olmuştu. Bir süre sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinde dolaştıktan sonra, çevresinde çıkan çiçeklerin, güzel kokularıyla süsledikleri bir kuyubaşına geldiler. Küçük kız bahçede en sevdiği yerin burası olduğunu, her gün gelip burada şarkılar söylediğini ve altın topuyla oynadığını anlattı. Kral ve kraliçenin gözleri parladı, çünkü kurbağa yavrularını bırakabilecekleri en iyi yerin burası olduğunu anlamışlardı. Kraliçe kızın bakmadığı bir anda, yavrusunu, onun için en güzel dilekleriyle salıverdi.
Ertesi gün öğleden sonra merkez krallığının kral ve kraliçesi için düzenlenen veda töreninden sonra küçük kız elinde altın topuyla kuyubaşına geldi. Yine bir yandan en neşeli şarkılarını söylüyor, bir yandan da altın topunu havaya atıp tutuyordu. Çevredeki kuşlar da ona en güzel cıvıltılarıyla eşlik ediyordu. Kız kuyunun yanına gelince altın topu bir anda elinden kayıverdi ve suya düştü. Buna çok üzülen kız, kuyunun kenarına oturarak nefis sesiyle hüzünlü bir şarkı söylemeye başladı. Şarkıyı duyan Kurbağa Prens kuyunun kenarına sıçradı. Soran gözlerle kızı süzüyordu.
Kız kurbağanın kendisiyle konuşmak istediğini hemen anladı ve tek bir bakışıyla ona olanların tümünü anlattı. Kurbağa, “Ben senin topunu getiririm, üzülme” dedi. “Sadece, beni sevmen, öpmen, sofrana oturtman, tabağından yemeğini paylaşman, beni yatağına alman, emmen ve benimle cinsel ilişkiye girmen lazım” diye devam etti. Küçük prenses bunları duyunca, önce kulaklarına inanamadı ama topu da onun için çok değerliydi. Kurbağanın isteklerini içi pek de rahat etmeyerek kabul etti. Kurbağa suya daldı ve topu getirdi. Kız kafasında bin bir düşünceyle saraya döndü.
Akşam, tam yemeğe oturmuşlardı ki kapı çalındı. Hizmetliler yemek salonuna girerek, bir kurbağanın kapıda beklediğini, küçük prensesin onu sofrasında oturtmaya söz vermiş olduğunu söylediğini bildirdiler. Kral kızına baktı ve “Böyle bir söz verdin mi?” dedi. Kız her zaman doğruyu söylerdi, sözü vermiş olduğunu doğruladı. Kral da bir prensesin verdiği sözü tutmak zorunda olduğunu söyleyerek kurbağayı içeri getirmelerini buyurdu.
Kurbağa geldi ve masaya zıpladı, kız da başka çaresi kalmadığını anladığından onunla yemeğini paylaştı. Kız yemekten sonra, çabucak kaçmaya çalıştı ama nafile. Kurbağa bu kez, kendisini yatağa da almaya söz verdiğini hatırlattı. Baba kıza sözü verip vermediğini sordu ve kız yine doğruyu söyledi. Babası kızararak da olsa kızına sözünü tutmak zorunda olduğunu hatırlattı. Kız kurbağa ile beraber yatmaya gitti.
Yatak odasında kurbağa, kızın onu karnından öpmesi gerektiğini söyledi. Kız çaresiz denileni yaptı. Bundan tahrik olan kurbağanın erkeklik organı kendisini de şaşırtan bir şekilde şişerek inanılmaz bir büyüklüğe ulaştı. Organ o kadar büyümüştü ki, bir insan organı olmak için bile büyüktü. Bunu şaşkınlıkla izleyen kız, o anda, kurbağanın emmek derken neden bahsettiğini anladı. Taş gibi sertleşip kocaman olmuş organı bir süre çaresizce, giderek de artan bir zevkle emdi. Bu esnada kızın ıslak karanlığı da ateş gibi yanıyor ve olgun bir şeftali gibi sulanıyordu.
Cinsel ilişkinin ne olduğunu da ona, kurbağanın açıklamasına gerek kalmamıştı, kız içgüdüleriyle hangi organın ne görevi olduğunu, hangisinin hangi organa girmesi gerektiğini anlamıştı. Kız sırt üstü yattı ve ellerini, kurbağanın üzerlerine çıkıp işini görebilmesi için kasıklarına koydu. Kurbağa kızın ellerine çıktı ve organını hemen kızın ıslak karanlığına soktu. Orada kayarak yok olan organını büyük bir keyifle seyretti. Kurbağa gücü ve hızıyla, azman boyutlardaki organını, saatlerce kızın içine soktu ve çıkardı, kız onlarca kere boşaldı. Bu, onun hayatında yaşadığı en kuvvetli ve güzel duyguydu. Bunu yaşayan her kız gibi o da bu duyguyu ona veren erkeğe çok derinden âşık oldu. İşte o anda bir mucize gerçekleşti ve içinde ileri geri ilerleyen kurbağa, gördüğü en yakışıklı prense dönüştü.
Prensin minnacık, zarif, kız çocuğu ellerini gören ve saatlerce süren cinsel uyarıdan azmış olan prenses, o elleri arkasında hissetmenin nasıl olacağını merak etti ve prense, onları kendisine arkadan sokmasını söyledi. Prens denileni yaptı. Prensesi bir yandan ıslak karanlığından tatmin ederken bir yandan da elleriyle arkadan uyarıyordu. O gece prenses hamile kaldı ve bunu anında fark etti.
İki genç insan birbirlerine delicesine âşık olmuşlardı. Kısa bir süre sonra büyük bir düğünle evlendiler. Dokuz ay 10 gün sonra çok sevimli bir kız çocukları oldu. Kız annesinin bir kopyasıydı, henüz konuşmayı ve yürümeyi bile beceremezken doğayla konuşmayı öğrendi. Öyle ki kendisini, istediği her yere, saray köpeklerine taşıtıyordu. Köpekler, kızın onlara gösterdiği sevgi uğruna, ne derse onu yapıyorlardı. Tabii o da annesi gibi, sadece köpeklerle değil tüm doğayla çok iyi anlaşıyordu.
Kız sarayda bir prenses olarak büyüdü ve 16 yaşına bastığında, “Büyükanne” dediği dadısı, sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinin karşı tarafındaki kulübesine taşındı. Veda ederken de, kıza, o günden sonra yıllarca her gün çok severek giyeceği, kendi yaptığı kırmızı bir başlığı hediye etti.
Her ne kadar genç anne ve baba muratlarına ermiş gibi görünseler de, kızın yaşayacağı birkaç macerayı da sizlere aktarmak zorunda hissediyorum kendimi.


Öykü I/III PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELERİN GERÇEK HAYATI

Yazan: Şaman Bayyurt
                                                         
            PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELERİN                                                                             GERÇEK HAYATI
Zevk, şehvet ve açlıktan kocaman açılmış pırıl pırıl gözleri ve şen şakrak kahkahalarıyla erkek keçilere binmiş kendi evlerinin çitinden atlayarak geldiler yedi cüceler. Bahçedeki dağınıklık toplanmış, çamaşır yıkanmış ve bahçedeki ipe asılmış, sokak kapısı da açık bırakılmıştı. İçeriden mis gibi yemek kokuları geliyordu. Eve girdiklerinde ilk önce arkalarında bıraktıkları cüce dağınıklığının toplanmış ve evin köşe bucak temizlenmiş olduğunu fark ettiler. Yemek odasına geçtiklerinde ise boyuna uygun bir yer bulamadığı için, yorgunluktan bitap düşünce uyumak için kendini yemek masasının üstüne atmış dünyalar güzeli bir kızı en derin uykusunda buldular. Yüzü, saçları, hele dolgun, kıpkırmızı dudakları çok güzeldi.
Cücelerden biri, hemen elini kızın göğüslerine attı ve bir süre okşayıp sıktıktan sonra büyük bir memnuniyetle en şehvetli cüce narasını savurdu. Bunu gören bir diğeri, kızın kaba etlerini yokladı. Oradaki güzel yuvarlaklık ve aralarındaki küçük, ıslak karanlık cücenin vücudunda karşı konulmaz bir hareketliliğe ve kalbinin göğsünden fırlayacakmışçasına hızlı atmasına yol açtı, bu kez nara çok daha derinden geldi. Cüceler birbirlerine baktılar ve hep bir ağızdan “Onda bir kadında aradığımız her şey var.” diye çığlık attılar. Kızı, kendilerine cücelik hayatlarında, bunca yıldır çektikleri sıkıntılar ve acılara bedel olarak tanrının gönderdiği bir armağan zanneden cüceler hiç durmadılar ve hemen işe koyuldular. Belki de hayatının en derin uykusunda olan kızın vücudunun tüm açıklıklarına, şimdi sertleşmiş olan ve kalplerinin ritmiyle güm güm atan cüce uzuvlarını defalarca soktular ve çıkardılar. Bir süre sonra kız cücelerin yorgun düşüp harekete son vermeleri nedeniyle uyandı ve dünyanın en sevimli gülümsemesiyle cücelere baktı.
Bundan 20 yıl kadar önce, doğu krallığında, şeytani güzelliğiyle nam salmış kızıyla yaşayan bir kral vardı. Çocuk, annesini kaybettiği küçük yaştan beri, sarayda, babasının yanında büyük bir özenle yetiştirilmiş, serpilmiş ve alımlı bir genç kız olmuştu. Bu güzelliği ebedi kılmak isteyen kral bir yarışma düzenleyerek ülkenin en iyi ressamını seçmiş ve onu kızının çıplak bir resmini yapmakla görevlendirmişti. Ressam henüz 24 yaşında çok yakışıklı, sarışın, uzun boylu sırım gibi bir delikanlıydı. Bir kız çocuğununkileri andıran küçücük, narin, ince ve kemikli elleri vardı. Sanki o ellerle sanat yapılamaz da o ellerin dokunduğu her şey sanata dönüşürmüş gibi gelirdi görenlere.
Resmin yapıldığı birkaç gün içerisinde iki genç insan birbirlerine âşık oldular. Bir gün kız verdiği pozda çırılçıplak olmasının avantajını da kullanarak ressam çocuğu ayarttı ve hemen oracıkta kendilerini, hayatlarında şimdiye kadar tattıkları zevklerin en büyüğüyle, birbirlerine verdiler. Kız ressama en değerli varlığını, ruhunun ve vücudunun en zedelenebilir, en ince kısmını gönlünden koparak hediye etti.
Günler birbirini kovaladı ve resim her geçen gün biraz daha tamamlandı, mükemmelleşti. Bunda tabii ki her resim seansının başında, ortasında ve sonunda yaşadıkları aşk ve şehvet dolu anlar da büyük bir rol oynadı. Resim, tamamlandığında, büyük bir farkla, kraliyette yapılmış en güzel, en aşk dolu, kısaca en muhteşem tablo oldu. Kral ressamı bir kese altınla ödüllendirip övgü dolu sözlerle sarayın kapısına kadar bizzat giderek yolcu etti.
Ressamın saraydan ayrılmasının üzerinden henüz birkaç gün geçmişti ki, kızın, dadısıyla beraber yetiştirdikleri baharatlara bakarken korkunç şekilde midesi bulandı ve gözleri karardı, ardından dadısının kucağına düştü. Bu olaydan sonra, zaten kızın hareketlerinden bir süredir şüphelenmekte olan dadı, kızın hamile olduğunu anladı ve bunu hemen kralın kulağına fısıldadı. Kral fakir bir ressam parçasından bir torununun olamayacağını söyleyerek çok kızdı. Önce kızını öldürtmek istedi ama bir kral acele karar vermezdi, bir süre düşündükten sonra, kızı, ülkenin, sonsuz ormanları ve çok az bir nüfusu olan en kuzey bölgesine gönderdi. Doğumdan sonra da kızın, hiç kullanılmamış hale getirilmesini buyurdu.
Dokuz ay sonra kız, güzel mi güzel, babasınınkiler gibi minnacık zarif kız çocuğu elleri olan sarışın bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Çocuğu üç ay emzirdikten sonra kralın tayin ettiği bakıcılara bırakıp dokunulmamışlık tedavisini oldu. Ardından da hiçbir şey olmamış gibi tekrar saraya döndü. Ve birkaç yıl kayda değer bir olay olmadan babasıyla yaşadı.
Günlerden bir gün merkez krallığında sonsuz şeytani güzelliğiyle nam salmış diğer bir kadın olan kraliçe, saray çalışanlarının, onun bir bakışından etkilenerek kendilerini kaybedip, onunla, hep beraber, topluca cinsel ilişkiye girmeleri sonucu ölmüştü. Tabii ki kral cinsel organlarını kestirerek tüm erkek çalışanlarını saraydan kovmuştu.
Ama nafile, belki de dünyanın en güzeli olan kızı Pamuk Prenses için ki bu isim ona doğduğunda teninin saf beyazlığı nedeniyle verilmişti, bir anneye, kendisi için bir eşe ve ülkesi için de bir kraliçeye ihtiyaç duyuyordu. Bir süre durumu değerlendiren kral, kendi ülkesinde ve komşu ülkelerde bir kraliçe aradığına dair ferman çıkardı. Bunu duyan doğu kralı vakit geçirmeden kızının yanına getirilmesini buyurdu. Gelen kızına, yanına bir sandık dolusu altın ve mücevher alarak hemen komşu krallığa gidip kendisini krala, kraliçe adayı olarak sunmasını istediğini söyledi.
Zaten kraliçe olma hayaliyle yanan şeytani prenses, babasının sözüne uyarak ertesi gün güneşin doğuşuyla kraliyet arabasını hazırlattı ve yola koyuldu. Üç gün üç gece yolculuktan sonra güneşli bir sabah vakti nihayet merkez krallığının sarayına vardı. Kızın methini duymuş ve anlatılanlardan hemen tanımış olan muhafızlar onu önce Şam ipeğinden kırmızı bir halının üzerinden, sedefli ve kehribarlı saray kapısından, ardından da büyük bir ihtişamla döşenmiş saray koridorlarından geçirerek kralın huzuruna çıkardılar. Kızın, ölen karısınınkine benzeyen ama daha da şeytani olan güzelliğini gören kral, ilk görüşte tutuldu ve ona kraliçelik tacını teklif etti. Tabii ki kız teklifi o anda kabul etti ve düğün hazırlıkları başladı. Birkaç hafta sonra kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlendiler ve büyük bir devlet töreniyle kıza kraliçelik tacı takıldı.
Daha doğu krallığının kuzeyindeyken fal baktırmak için yeni doğmuş oğluyla beraber gittiği bir büyücü, kıza bir de sihirli ayna satmıştı. Bedel olarak da o henüz dokunulmamışlık tedavisi olmamışken, bedenini birkaç saatliğine kendi amaçları için kullanmıştı. Bu ayna kıza, her gün sorulduğunda ülkenin en seksi kızının kendisi olduğunu söylüyordu. Kız bu aynayı çok sevmiş ve beraberinde getirmişti.
Aradan yıllar geçti, kralın küçük kızı büyüdü, serpildi, annesi gibi çok güzel ve belki de daha da şeytani bir genç kız oldu.  Küçük kızın 16’ncı yaş günüydü; kraliçe her sabah olduğu gibi yine sordu aynasına “Ayna ayna sırrım sende, kimdir benden seksi bu ülkede?”.  Ayna cevapladı, “En seksi tabii ki sizsiniz kraliçem ama sizi geçebilecek seksilikte olan bir de Pamuk Prenses var”. Bunu duyan kraliçe çok sinirlendi ve aynayı odanın diğer tarafına fırlattı, neyse ki ayna oradaki sedirin üzerine düştü ve kırılmadı. Kraliçe hemen sarayın avcısını özel bir görüşme için kraliyet kütüphanesine çağırdı. Avcı kendi halinde ama güçlü kuvvetli, yakışıklı genç bir adamdı. Kraliçe ona kızı ormana götürüp öldürmesini ve bunun kanıtı olarak da kalbini çıkartıp getirmesini söyledi. Bunu duyan avcı bu emre uyamayacağını, eğer kulağına giderse, kralın kafasını kestireceğini söyledi. Bunun üzerine kraliçe üstündeki giysileri oracıkta çıkarttı. Avcıya, şeytani güzellikteki vücudunu ve elinde tuttuğu 10 kese altını sundu. Bu hediyelerin cazibesine dayanamayan avcı kraliçenin şehvetle titreyen vücuduyla birleştikten sonra altınları alarak gitti.
Avcı vakit geçirmeden Pamuk Prensesi buldu ve onun doğum günü pastası için birlikte orman çileği toplamaya gideceklerini söyledi. Zaten iyi davranışlarıyla saray çalışanlarının gönlünde taht kurmuş cıvıl cıvıl bir genç kız olan prenses bu teklifi büyük bir sevinçle hemen kabul etti. Seyise haber salındı ve atlar eyerletildi. Atlara atlayıp saraydan ve kısa bir süre sonra da şehirden uzaklaştılar. Üç saat kadar, hiç konuşmadan, yemyeşil kırlar ve ormanlarda yol aldılar. Sonunda avcı, çileklerin bulunduğu yere geldiklerini söyledi ve atlarından indiler.
Avcı, kraliçeden aldığı emri prensese söylediğinde prenses yaşayamadıklarının üzüntüsünü ruhunun ve vücudunun en derin noktalarında hissetmesine karşın avcıya hiçbir şey fark ettirmedi. Cesurca bluzunun yakasını iki tarafından çekerek ve tüm düğmelerini kopartarak açtı, kalbini çıkartması için avcıyı yanına çağırdı. Genç kızın bu esnada ortaya çıkan, dalından koparılmayı bekleyen, yeni olgunlaşmış şeftaliler gibi pembeleşmiş diri dolgun ve körpe göğüsleri avcıyı cezbetti. O anda ikisi de kraliçenin emrinin yerine getirilemeyeceğini anladılar. Avcı, genç kıza hemen orada sahip oldu, onun şimdiye kadar sakladığı en değerli varlığı olan bekâretini bir nevi rüşvet olarak aldı ve kraliçeye bir ceylan kalbi götüreceğini söyledi. Ardından atları da alarak oradan uzaklaştı.
Yalnız başına ormanda ne yapacağını bilmeyen prenses, saatlerce nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Sonunda uzakta bir kulübe gördü ve oraya doğru gitti. Kulübeye vardığında kapıyı çaldı, kapıya bakan kimse olmadığı için kapıyı itti, zaten kilitli olmayan kapı açıldı. Daha evin girişinde içeride büyük bir dağınıklık olduğunu fark eden prenses, içeri girerek evi düzenlemeye ve temizlemeye girişti. Yemek odasında uzun bir masa ve yedi küçük sandalye vardı.  Bu arada aklına ev sahipleri için yemek pişirmek geldi ve mutfağa gitti. Orada da yedi tabak, yedi çatal, yedi kaşık ve yedi bıçak gördü. İlk olarak onları ve kirli tencereleri yıkadı, ardından ocağa güzel bir yemek koydu ve temizlik işine devam etti. Son olarak da yatak odasına gitti ve orada da yedi küçük yatak buldu. Çarşafları değiştirdi, yatakları yaptı, odayı tertemiz temizledi ve kirli çarşafları yıkayıp bahçeye astı. Bu arada yemek de olmuştu, mutfağa gitti ve ocağı söndürdü, “Oturup ev sahiplerini bekleyeyim” diyerek yemek odasına gitti ve o anda ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Gözleri kapanıyordu. Atlattığı ölüm tehlikesi, avcıyla yaşadığı ilk cinsel tecrübesi, saatlerce yürümek ve ardından temizlik yapmaktan duyduğu yorgunluktan, hemen oracıkta kendini masanın üzerine attı ve hayatının en derin uykusuna daldı.
Uyandığında çevresinin keyiften ağızları kulaklarına varan cücelerle sarılmış olduğunu gördü. Onları sevgiyle selamladı, giysilerinin çıkmış ve vücudunun yapışkan bir sıvıyla kaplanmış olduğunu fark ederek, hemen kalktı ve banyoya koştu. Günün son temizlik işi olarak da kendini bir güzel yıkadı. Banyodan çıkınca aç bekleyen cücelere yemek servisini yaptı. Hep beraber güle eğlene akşam yemeklerini yediler. Karnı doyan cüceler yemekten sonra hemen işe koyuldular, prenses için, boyuna uyan ve birkaç cücenin de sığabileceği genişlikte ahşap bir yatak yaptılar. Samanlıktan saman getirip çuvallara doldurdular, böylece yatağın şiltesi de tamamlandı. En değerli varlıklarına yatak yapabilmek için gece yarısına kadar çalışmışlardı. Ardından hepsi birbirlerine iyi geceler dileyerek bitap bir şekilde derin uykularına daldılar.
Ertesi gün sarayda bir köşeye atmış olduğu aynasını eline alan kraliçe her gün sorduğu soruyu büyük bir zevk ve umutla tekrar sordu “Ayna ayna sırrım sende, kimdir benden seksi bu ülkede?”. Ayna ne dese beğenirsiniz, “En seksi tabii ki sizsiniz kraliçem ama bir de sizden seksi, yedi tepenin ardında, yedi derenin ötesinde, yedi çınarın arkasındaki ormanda bir kulübede yedi cüceyle beraber yaşayan Pamuk Prenses var”.  Buna çok kızan kraliçe hemen bir plan yaptı. Önce, oğlunu yıllar önce bırakmış olduğu doğu krallığının en kuzeyine gitti ve onu buldu. Küçük prens büyümüş, serpilmiş, babası gibi küçücük zarif kız çocuğu elleri olan, çok yakışıklı, sarışın, sırım gibi bir delikanlı olmuştu. Kraliçe planını oğluna anlattı ve ondan kendisine, tohumlarından bir damla vermesini söyledi. Oğlan itaat etti; gidip tohumlarını çıkarttı ve bir damlasını cam bir şişe içinde annesine verdi. Tohumları alan kraliçe hemen saraya döndü. Yolda da dokuz ay uyutan ve boğaza kaçan bitkinin yapraklarından topladı. Sarayda yaprakları sıkıp özünü çıkardı ve tohumlarla karıştırdı, sonra da karışımı ince bir iğne yardımıyla çok güzel görünen kocaman bir muza şırınga etti.
Ertesi sabah gün ağarırken yanına bir sepet muz alarak yola çıktı, en üste de hazırlamış olduğu çok güzel, kocaman ve zehirli muzu koydu. Cücelerin kulübesinin önünden yaşlı bir kadın kılığında geçerken “muzlarım vaar, çok tatlı muzlarım vaar” diye bağırıyordu. Gündüz olduğu için ormanda çalışan cüceler, evde yoklardı. Sesi duyan prenses merakla dışarı çıktı ve yaşlı muz satıcısıyla karşılaştı.  Yüzünde en güzel gülümsemesiyle , “Günaydın teyzeciğim” dedi kız. “Günaydın” diyen yaşlı kadın, “güzel, taze muzlarım var ister misin?” dedi. Kız, “Tabii isterim ama param yok” dedi. Bunun üzerine kraliçe “Senin güzel yüzüne muzum feda olsun” diyerek ona en güzel muzunu uzattı.
Hayatında ilk defa muz gören kız onunla ne yapacağını bilemediği ve her gün kendisiyle beraber olan cücelerin erkeklik organlarına benzettiğinden onu, hiç tereddüt etmeden yavaşça ıslak karanlığına sürdü.  Böylece prensin, muzun içerisindeki tohumları prensesin rahmine ulaştı. Prenses muzu uzunca bir süre büyük bir zevkle içine sürmeye devam etti. Bir süre sonra muzun kabuğunun patlamış ve meyveden sıyrılmış olduğunu fark etti. Onu ıslak karanlığından çıkartarak baktı ve onun yenebilecek bir şey olduğunu keşfetti. Ardından muzu ısırdı ve bir lokma kopardı, onu yutmaya çalışırken içindeki bitki özünün etkisiyle lokma boğazına takıldı ve orada kaldı. Nefes alamayan prenses düşüp bayıldı. Akşam şen şakrak eve gelen cüceler prensesin ölmüş olduğunu zannettiler ve gönüllerinin sultanı için hemen camdan bir tabut hazırladılar. Prensesi içine koyarak, evlerinin önünde hazırladıkları taşın üzerine yerleştirdiler.
Artık hayat cüceler için yine eski, tekdüze haline dönmüştü. Her gün ormana gidip, odun kesip yakındaki kasabada satıyorlardı. Bu arada kraliçe de aynasına sormaya devam etti ve ayna da her gün kendisinin ülkedeki en seksi kadın olduğunu söyledi. Günler, aylar hep böyle sıradan geçti.
Dokuz ay sonra bir yaz günü prens ava çıktı ve uzunca bir süre atını sürdükten sonra yolunu kaybetti. Bilmeden yedi tepenin ardında, yedi derenin ötesinde, yedi çınarın arkasındaki ormanda buldu kendini. Bir süre orada ilerledikten sonra cücelerin kulübesine rastladı. Günlerden Pazar’dı cüceler çalışmıyorlardı.
Prens cam tabutu ve içinde yatan dünyalar güzeli karnı şişmiş prensesi hemen gördü. Tabutun kapağındaki buğudan şüphelenen prens kapağı açtı ve prensesin hala nefes aldığını fark etti. Önce kızı kırmızı dolgun dudaklarından öptü ve çok hafif de olsa nefes aldığına emin oldu. Öpülen kızın nefesi hızlandı ve boğazından hırıltılar çıkmaya başladı. Kızın boğazına bir şey takılmış olduğunu fark eden prens onu çıkartmak için küçücük elinin küçücük işaret parmağını kızın boğazına soktu ve gördü ki parmakları yapmak istediği iş için çok kısa kalacak. Prenses prensin daha derine girmek istediğini hissederek güzel dudaklarını biraz daha araladı. Bunun üzerine prens pantolonunun önünü açarak erkeklik organını çıkartıp prensesin boğazına soktu, biraz ileri geri zorlayarak kızın boğazına takılmış olan muzu ileriye itti ve kız öksürüklerle kendine geldi.
Tohumlarının tadını hemen tanıdığı kurtarıcısına aşk dolu gözlerle bakan kız çok yakında doğuracağını da anladı ve ona “Götür beni” dedi, “Yalnız önden gelmek isteyen bir çocuğumuz var ancak arkadan götürebilirsin beni” diye devam etti. Prens kızın sözünü ikiletmedi ve dediğini yaptı. Bunu kendine bir işaret kabul eden çocuk yerine, kızın çığlıklarıyla beraber yemyeşil bir kurbağa fırladı ıslak karanlıktan.
Cüceler kızın uyanmasına çok sevinmişlerdi ama karnından çıkan ucubeyi lanetlediler, kızı ve ucubesini öldürmeye kalktılar. Bunun üzerine prens hemen kızı ve kurbağasını atına bindirerek hızla oradan uzaklaştı.
Onlar böylece muratlarına ermişler midir bilmiyoruz ama prens, kız ve kızın doğurduğu kurbağa hakkında yazacağımız daha birçok şey olacağı kesin.


Ateş Pembesi

Bir dağın tepesinde, zirveye yakın bir yerde ufak bir kaya çıkıntısı ve kayaların arasındaki, büyük bir erkek kartalın hatta belki de ufak tefek bir dişi kartalın da sığabileceği büyüklükteki bir kovukta ulu bir kartal yaşarmış. Ulu derken gerçekten iri bir kartaldan bahsediyorum. Bu kartalın yere ve hatta dağın sarp kayalıklarına sıkıca kenetlenebilen aynı zamanda onun yere sapasağlam basmasını sağlayan güçlü pençeleri, onların üstünde yükselen ve vücudunu en az güçlü pençeleri kadar destekleyen kaslı bacakları ilk bakışta dikkat çekiyordu. Nasıl pençeleri yere sağlam basmasını sağlıyorsa onun bir o kadar da havalarda güvenle ve özgür bir şekilde süzülmesini sağlayan geniş, güçlü kanatları vardı. 

Kartalımız her sabah dağın güney yamacında olan yuvasını güneşin selamlamasıyla uyanır, yakındaki bir su birikintisine uçar su içer, bir güzel yıkanır ve bazen de kahvaltı niyetine birikintide yüzen bolca balıktan bir ikisini mideye indirirdi. Ardından günlük av turuna başlardı. Önce yükseklerde uçar düzlüklerdeki sürüngen, kemirgen hatta yırtıcı hayvanları arar; onları gördüğü anda ise rüzgardan bile hızlı, onların üzerine dalar ve genellikle de avını yakalayıp yuvasına taşır, onu afiyetle yerdi. Kartal da olsa bir kuş işte yıkanmak, kahvaltı, av turu, öğlen yemeği, av turu, akşam yemeği ve uyku şeklinde özetlenebilecek basit bir günlük yaşamı vardı. Yalnızdı ama mağrurdu, güçlüydü, asildi. Tabii ki hayatındaki önemli bir eksikliğin de farkındaydı. Evet, bir dişiden, bir hayat arkadaşı, bir can yoldaşından bahsediyorum. Ama kartalımız bu buluşmanın kesinlikle tesadüf eseri olacağını hissediyor, bu tesadüf eseri karşılaşacağı özel dişiyi bekliyor ve bir dişi bulma konusuna hiç kafa yormuyordu. 

Günlerden bir gün kartalımız her günkü öğle sonrası sindirim, spor ve tabii ki av turuna çıkar. Ama ne kadar bakındıysa da tek bir kemirgen ya da sürüngen göremez, ortalıkta sadece birkaç kaplumbağa dolaşmaktadır. Kaplumbağalar tabii ki yemeden önce sarf edilmesi gereken bir sürü çaba nedeniyle ulu kartalımız için uygun bir yemek değilmiş. O, daha kolay yenebilen hayvanların peşindeymiş. Küçük bir esinti ve ardından gelen şiddetli bir rüzgarla hafifçe sarsılan kartalımız o anda diğer hayvanların neden saklandığının farkına varmış. Bir bakmış ki büyük bir fırtına tam kendisine doğru yolda. Anlık bir kararla en yükseklere kadar uçmuş ve yuvasının yolunu tutmuş. Fırtına da yavaş değilmiş, onun kartalımızı yakalaması uzun sürmemiş. Kartalımız tabii ki türünün güçlü, iri örneklerinden biri olduğundan çok zorlanmadan yuvasına varmış. 

Aynı esnada birkaç kilometre güneyden ateş pembesi kanatlarıyla bir flamingo sürüsü geliyordu. Hedefleri yakınlardaki kuzeyinden kartalımızın da mesken bellediği dağdan gelen billur bir nehrin, sularını birkaç metre yükseklikteki şelalelerle döktüğü bir lagündü. Bu lagünün çevresi aklınıza gelebilecek hemen tüm meyvelerin ağaçlarıyla çevrili idi. İlkbaharın sonlarına doğru tüm meyveler de olgunlaştığından tam bir renk cümbüşü hâkimdi. Burası olgun meyveleri toplamak, lagünün billur suyunu içmek, o suda yetişen bin bir çeşit balık ve deniz canlısını yakalamak için gelen göçmen ve yerel birçok hayvanın uğrak yeriydi. Lagün o mevsimde cennetten bir parça gibi görünüyordu. Flamingolarımız artık ağaçlarını ve şelalesini görebilecek kadar yaklaşmışlardı ki lagüne işte o kartalımızı da az önce serinletmiş olan hafif esintiyle karşılaşmıştılar ardından gelen sert rüzgarlarla sağa, sola, yukarı aşağı savruldular. Bu tabii ki fırtınanın sadece başıydı, birkaç saniye içinde sağanak yağmurla beraber korkunç rüzgarlar geldi. Sürü gene de beraber hareket ederek lagüne vardı, yalnız bir tanelerinin eksik olduğunun kimse farkına varmamıştı. Evet, zarif dişi bir flamingomuz fırtınanın rüzgarlarıyla yükseklere, kendisinin kendi çabasıyla çıkabileceğini hayal edebileceğinden çok daha yükseklere savruldu. Önce çok korkan ama hemen ardından korkusunun kendisine bir fayda sağlamayacağını anlayarak kendisini rüzgara bırakan flamingomuz yakınlarda belki de kurtuluşu olabilecek büyükçe bir kaya çıkıntısı gördü ve hemen oraya yöneldi. Kendisini bıraktığından beri artık anlamaya başladığı rüzgarın da tesadüfî yardımıyla fazla zorluk çekmeden kayaya kondu. Kayanın çıktığı yerde bir tane de büyük kovuk vardı, hemen oraya saklanıp kovuğun önünden dışarıda kopan fırtınayı seyrederken hafifçe gülümsüyordu.

Bu gülümsemenin sebebi hayatının güvende olması mı yoksa hep kendisinden korkarak yaşarken bir anda kendisini rüzgara teslim ederek onunla yapmış olduğu barış mıydı hala bilinmez.

Saatler sonra, fırtına dindiğinde ılık bir bahar güneşi belirdi tepede, ilk o an fark etti flamingomuz nasıl güzel bir yere konmuş olduğunu. Çıkıntının üzerinde içinde çeşit çeşit balıklar olan ve dağlardan sızan sularla beslenen irice bir su birikintisi vardı. Suyun kenarları, üzerlerinden uçarken şehirlerde görmüş olduğu nadir çiçeklerle, sanki bir sanatçının ellerinden çıkmış güzellikte bezeliydi. Ama asıl önemlisi, şehirlerde bile çok nadir rastladığı güzellikte kıpkırmızı bir gül hem güneşi selamlıyor hem de flamingomuza nefis kokusunu veriyordu. Bu güzelliğe hayran kalan flamingomuz hemen kovuktan dışarı attı kendisini. Önce su birikintisinin kıyısına giderek bolca su içti, ardından yakaladığı birkaç balığı yedi ve bu cennet kokularından hafifçe uyuşmuş bir şekilde suyun kenarındaki bir kayacığa oturdu. Aradan birkaç dakika geçti ki ancak kocaman kanatlardan gelebilecek yüksek bir sesle irkildi. Başını kaldırıp baktığında büyük bir kuşun, evet yükseklerin hâkimi kartalımızın bulunduğu yere doğru kanat çırptığını gördü.

Kartalımız da saatlerce süren fırtına esnasında kovuğunda oturmuş kâh uyuklamış kâh dışarıyı seyretmişti. Tabii bu kadar saatte o da susamış ve şimdi su içmeye geliyordu. Kartalı gören flamingo ayağa kalktı; bu, irkilmeden mi yoksa bir anda içini kaplayan, gördüğü kuşun ihtişamına duyduğu hayranlıktan mıydı bilinmez. Kartalın bir büyük hatta bir de küçük flamingoyu sarabilecek kadar büyük, güçlü kanatları flamingoyu çok etkiledi. Flamingonun ateş pembesi rengini çoktan fark etmiş olan kartal onun yakınına ama yine de aralarında onu ürkütmemek için çok da az olmayan bir mesafe bırakarak zarifçe kondu. Kartal, sanki flamingonun kaçmayacağını biliyordu ki zaten kartalımızın gücü ve üstelik bir de zarafetinden etkilenmiş olan flamingomuzun da kaçmak gibi bir şey aklının ucundan bile geçmemişti. Onun zarafeti ve ateş pembesi rengi de kartalı en az onun kadar etkilemişti. 

Bütün gün sadece sustular, bakıştılar ve arada sırada su içtiler, bu meşgaleye öyle dalmışlardı ki kartalımız günlük av turlarının ikisini de yapmayı unuttu. Akşam olunca kartalımız zarifçe havalandı ve hızla yükselerek yuvasına döndü. Yalnız kalan flamingo kovuğuna girerek yüzünde tekrar oluşan o hafif gülümsemeyle düşüncelere daldı. Kartaldan gerçekten etkilenmişti, bir taraftan da o bir sürü hayvanıydı yani içgüdüleri ona sürüsüyle beraber hareket etmesini söylüyorlardı. Bir ses daha vardı içinde, özne kullanmadan konuşuyordu, dedikleri herkesi, her şeyi kapsıyordu. Kartalın etkileyici gücü çıkartmıştı bu sesi içinden ve artık onu çok net duyabiliyordu. Bu sesi kelimelere dökemeyeceğim çünkü bu ses aslında belki de ona ses adını veremeyeceğimiz kadar sessiz, sadece hissedilebilir bir sesti. Bu sese göre ki içindekilerden en yüksek sesli hissedileni buydu, flamingomuz burada kalmalı ve kartalla daha uzun vakit geçirmeliydi.

Tatlı rüyalarla dolu deliksiz bir uykudan sonra kendisini selamlayan güneşe karşılık verebilmek için hala yüzünden kaybolmamış olan gülümsemesiyle kalktı flamingomuz. Suyunu içip birkaç balık atıştırdıktan sonra biraz da yıkandı. Ardından ayakları suyun içinde kıyıya yakın bir yerde beklemeye başladı; içindeki, o eşsiz güzellikteki duyulamaz, sadece hissedilebilir sesi içinden çıkaranı.

Çok beklemesine gerek kalmadı, zaten bütün gece aynı sesten dolayı gözünü bile kırpamamış olan kartal halen sahip bile olmadığını kaybetme korkusundan doğan hafif bir tedirginlikle yine de zarif bir şekilde birikintinin kıyısına kondu, bu sefer tanıdık olmalarının verdiği samimiyeti kullanarak biraz daha yakına gelmişti. İşte o anda birbirlerinin gözlerinde içlerinde konuşmakta olan sesin yansımasını gördüler ve bu sesin onları sonsuza kadar birbirlerine bağladığını hissettiler, ya da başka bir deyişle bunu onlara karşılarındakinin iç sesi söyledi.

Sonra kartal, ilk defa yakından gördüğü bu muhteşem güzel kuşun hikâyesini sordu; flamingo ona kartalın da çok yakından tanıdığı rüzgarla yaptığı barışın hikâyesini anlattı. Bir kartalın böyle zarif bir kuştan dinlediği bu kahramanlık öyküsünden etkilenmemesi imkânsızdı. O gün akşama kadar sohbet ettiler, kartal flamingoya dağlardan, oralarda yaşayan hayvanlar ve bitkilerden; flamingo ise kartala gezdiği kıtalar, aştığı okyanuslar gördüğü şehirler ve diğer dağlardan bahsetti. Bütün günü aylakça suyun başında geçirdiler, taa ki ilk akşam gölgeleri uzayana kadar. Bir önceki günden de aç olan ve birikintideki aciz balıkları göklerin hâkimi olan kendisine belki de haklı olarak layık görmeyen kartal kısa bir süreliğine birikintiden ayrıldı. Gölgeler daha iki katına uzamamıştı ki kartalımız tekrardan artık samimi olduğu flamingosunun yanına geldi. Bu sefer iyice sokuldu, bütün geceyi ikisi için de kendilerine de garip gelen cıvıldaşmalar ve sokulmalarla, unutmadan, tabii bir de kahkahalarla geçirdiler.

Artık her günün en azından birkaç saatini beraber geçiriyor, cıvıldaşıyor, kahkahalar atıyor ya da beraberce susup içlerindeki sesleri konuşturuyorlardı. Yazın ortalarına doğru kartalımız flamingosunun gün geçtikçe soluklaştığını, beyazlaştığını fark etti. Onun hastalandığını düşünüyordu ve bu konuda kendisiyle konuşması gerekiyordu ama nasıl insan sevdiği kadına güzelliğinin gün geçtikçe azaldığını söylemekte zorlanırsa o da bu konuyu konuşmakta zorlanıyordu. Bütün akşam bir baykuş gibi düşünceli ve sessiz kaldıktan sonra karanlık çöktüğünde dağları kaplayan nemli güzel dağ baharatlarının kokusunun sarhoşluğuyla flamingoya içini döktü. Flamingo önce sevgi dolu ama kahkahalarla güldü ama hemen durumun kartal için ne kadar ciddi göründüğünü fark ederek açıklamaya girişti. 

Bildiğiniz gibi flamingolar genellikle kabuklu kendileri gibi kırmızımsı deniz hayvanları ve uygun bölgelerde yaşayanları yine aynı kırmızı renge sahip somon balıklarıyla beslenirler. Renkleri de bu yedikleri hayvanların renklerinden gelir. İşte bizim flamingomuz da hastalanmamış sadece kırmızı renkli hayvanlar yiyemediği için beyazlaşmıştı. Bunu duyan kartalımızın içi rahatlamıştı. Fakat bu sefer kaygılanan flamingomuz olmuştu, acaba artık kartalına tanıştıkları günkü gibi güzel görünmüyor muydu? O iç ses yok mu o iç ses, flamingonun tüm aksi çabalarına rağmen bunu kartalın iç sesine hemen fısıldadı. Kartalımız artık kaygılı değildi ama artık her şeyden çok bağlandığı flamingoyu rahatlatma ihtiyacındaydı. Geceleyin biraz düşündükten ve üstüne güzel bir uyku çektikten sonra çözümü bulmuştu.

Ertesi sabahın karanlığında henüz flamingosu uyanmadan yuvadan sessizce aşağı süzüldü. Flamingosunun yoldaşlarının mesken belledikleri güzel lagüne uçtu, diğer flamingolar da daha uyanmamışlardı. Kartalımız bir albatros edasıyla dalarak kocaman bir ıstakoz yakaladı ve doğru yuvaya yöneldi. Pençelerindeki kocaman ateş pembesi ıstakozla kartalımız, elinde kocaman rengârenk bir kır çiçeği demeti ile diğer erkeklerin aşağılayıcı bakışları altında yüzündeki gülümsemesinden hiçbir şey kaybetmeden yeni âşık olduğu sevgilisine giden adama benziyordu. Yuvaya döndüğünde flamingo henüz uyanmamıştı, tabii ki onun kadar güzel, zarif bir kuş birkaç saat fazladan güzellik uykusuna ihtiyaç duyuyordu. Yükünü flamingosunun her gün su içtiği yerde suya bırakan kartal bir süre sevgilisiyle kestirdi. Güneş günü selamlarken uyandılar, hiçbir şeyden haberi olmayan flamingo suyunu içerken kocaman ıstakozu büyük bir sevinçle fark etti. Istakozun orada olmasına hiçbir anlam verememişti ama o, flamingoya hem güzelliğini tekrar kazandıracak hem de onun karnını doyuracaktı. 

Haftalarca kartalımız flamingosunu bu şekilde beslemeye devam etti ve emekleri ürün de verdi, artık flamingosu öncekinden de güzel bir ateş pembesi olmuştu. Tabii kartal hala flamingonun olan bitenden hiç haberi yok zannediyordu ama flamingo defalarca sabah uyanmış ve kartalın yokluğunu fark etmişti önce telaşlanmış ama sonra görmüştü ki kartal büyük bir keyifle ona ateş pembesi su hayvanları taşıyor, onun bu keyfini bozmamak için sessiz kalmıştı. 

Günler günleri kovaladı kartal ve flamingo hayatlarının en güzel günlerini birlikte en güzel günler yaptılar. Bir gün kartal yine bir av turundan dönerken şiddetli bir yaz yağmuruna yakalandı, öyle yaz yağmuru deyip geçmeyin dağlarda bu yağmurlar da küçük, kısa ama şiddetli birer fırtınadır. Tam flamingosuyla beraber yaşadığı kovuğun önüne konacakken şiddetli bir rüzgar onu birkaç metre havaya savurdu ve şiddetle su birikintisinin kıyısına vurdu. Bu çarpışmada aslında kartal çok büyük bir yara almamıştı ama kendisi için çok önemli olan pençelerinden birini destekleyen bacağı kırılmıştı. Böyle avlanması imkânsızdı. Flamingo tabii ki kartalı kovuklarındaki en rahat yere yatırdı, ona gagasında su taşıdı. Birikintiden yakaladığı balıkları pençesini kullanamadığı için çok zorlanacak olan kartal için küçük lokmalara ayırarak ona sundu. Kartal bu durumdan çok memnundu, evet göklerin hâkimi olan kendisi de birazcık da olsa kırılgandı ve aslında zarif bir kuş olan sevgili flamingosu şimdi ona bakarak hayatta kalmasını sağlıyor ve onun kırılganlığını sevgisi ile ısıtıp iyileştiriyordu. 

Bir gece flamingonun aklına bir fikir geldi, neden başka olsundu ki bütün erkekler gibi kartalın da kalbine giden yol doğruca midesinden geçiyordu. Flamingo ertesi sabah güneş daha yuvayı selamlamadan ve sevgili hasta kartalı uyanmadan ovaya inecek, sevgili kartalı için bir sürüngen ya da bir kemirgen yakalayıp getirecekti. Bu onun için kartalın lagünden su hayvanları getirmesinden çok daha zorlu bir görev olacaktı ama bunu kartalı mutlu etmek için denemek istiyordu. 

Ertesi sabah henüz güneş yuvayı selamlamadan kalktı ve kararlılıkla belki de hayatının en zor görevine doğru süzüldü. Gelirken rüzgarı yenmiş onunla barış yapmıştı şimdi ise yüksekliği yenmesi gerekiyordu. Hayatında ilk defa bu kadar yüksekten aşağıya bakıyordu, yavaşça ama hala baştaki karalılığıyla ve adeta bir kartal edasıyla tabii ki bir kartaldan çok daha yavaş lagüne doğru kâh kanat çırptı kâh süzüldü. Lagünde, yeni uyanan ve uyanmakta olan yoldaşları onu görünce çok şaşırdılar. Onun yokluğunu tabii ki fark etmişlerdi ama bir süre bakındıktan sonra artık aramayı da kesmişlerdi. Onlara başından geçenleri bir bir sıraladı ve en son da kartalla yaşadığı aşkı anlattı. Onu hayretle karışık bir hayranlıkla dinleyen yoldaşları kısa bir süre sonra güneye uçacaklarını ve onun kendileriyle gelmek isteyip istemediğini sordular. Aldıkları cevap zaten zarif kuşlar olan flamingoları hem duygulandırmış, hem şaşırtmış, hem de mutlulukla gülümsetmişti. Flamingo onlara hayatının aşkını burada bulduğunu, bu nedenle de geri kalan hayatını burada yaşamaya karar verdiğini söylemişti. Ardından flamingomuz güzelliği için ihtiyaç duyduğu ateş pembesi su hayvanlarıyla karnını iyice doyurduktan sonra hep bir ağızdan söylenen binlerce veda sözcüğünün eşliğinde ovaya doğru uçtu. 

Neyse ki ilk avı çok kolay olmuştu, ovaya yaklaştığında hantal şişko bir tavşan gördü, kartaldan gördüğü tavırlarla tavşanın üstüne bir pike yaptı ve henüz fark edilmeden tavşanı ensesinden yakaladığı gibi yuva yönünde yükseldi. Bir süre uçtuktan sonra yuvasını barındıran dağın yamaçlarına varmıştı. Ağır yüküyle yuvaya kadar uçması güç olacaktı orada kısa bir süre dinlendikten sonra büyük tırmanışına başladı. Flamingolar büyük denizleri aşabilen azimli hayvanlardır bizim için belki yarım saat ama ağır yüküyle zorlukla yükselen flamingomuz için en az beş saat sonra görüş alanına giren yuvanın görüntüsü son gayretleri için flamingoya destek oldu. Kartal da henüz yeni uyanmıştı, flamingosunu ve kendisi için yaptıklarını görünce hislerine hâkim olamadı ve bir damla gözyaşı gözünden aşağıya süzüldü. Flamingo aynı av turunu birkaç kez daha yapmıştı ki kartalın bacağı iyileşti.

Bir akşamüzeri flamingo kartala yoldaşlarıyla karşılaşmasını, onların birkaç gün içinde daha sıcak olan güneye uçacaklarını ve kendisinin de önemli karar vermek zorunda kaldığını, hatta vermiş olduğu bu kararı da anlattı. Farkında değillerdi ama bu hayatlarının en önemli anlarından biriydi. Kartal anlatılanları mutlulukla ama flamingosunun bu kararla kaybettikleri için azıcık da bir hüzünle dinledi ve o da kararını verdi. Flamingoya ertesi gün kendisi için bir sürprizi olduğunu söyledi. Bunu duyan flamingo tabii ki bütün dişilere bahşedilmiş merakıyla sürprizin ne olduğunu söyletmek için kartalın çevresinde uzunca bir süre zıpladıktan sonra kartalın kararlılığına yenik düşerek sürprizini beklemenin büyük mutluluğu ama onun ne olduğunu söyletememiş olmanın hafif sızısıyla, yüzünde tekrar o başlarda bahsettiğimiz gülümsemesiyle uykuya daldı.

Ertesi sabah artık adet olduğu üzere kartal, henüz güneş yuvayı selamlamamışken ve flamingo tatlı bir sabah uykusundayken sessizce yuvadan süzüldü. Yakınlardaki bir dağ çayında oluşmuş küçük bir doğal havuzda yetişen göz kamaştırıcı güzellikte bir nilüfer biliyordu. Dağın yamaçlarında ovaya çok yakın bir yerde dağda yeni bir kaya çıkıntısı ve şimdi içinde yaşadıklarından daha büyük bir kovuk görmüştü. Göklerin hâkimi olarak bu güne kadar o kovuğu bir yuva olarak kullanabileceğini hiç düşünmemişti. Artık kendi türünden olmasa bile dünyada eşi benzeri olmadığına inandığı bir eşi vardı, kendisi için dağın doruğuna uçmak sadece birkaç dakikalık bir sabah sporu olurdu ama bu yuvadan sevgili flamingosu istediği zaman lagüne istediği zaman da kartal bacağını kırdığı zaman olduğu gibi ovaya uçabilirdi. Topladığı nilüfer çiçeklerini oraya taşıdı ve onlarla bir kartalın hatta bir flamingonun hayatında hiç göremeyeceği güzellikte bir yuva yaptı. 

Eski yuvalarına döndüğünde güneş tepe noktasını geçmişti, flamingo artık böyle durumlarda hiç telaşlanmıyor hatta kartalın başına buyruk yaşamasını sanki destekliyordu. Kartal flamingoya sürpriz için aşağı doğru uçmaları gerektiğini söyledi ve beraberce aşağı doğru süzüldüler. Kartalın kendisi için yapmış olduğu, bir kuşun bir kuş hayatında görüp görebileceği en güzel yuva görüş alanlarına girdiğinde flamingo, heyecanla kartalı bile geçerek hızla yeni yuvalarına yerleşti. Bu yuvada, yıllarca bu güne kadar yaptıklarını aratmayacak kadar, çıkar gözetmeksizin yaptıkları karşılıklı özverili davranışlarıyla besledikleri aşkları ve ikisi mutlu mesut yaşadılar.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
----------------O---------------