1 Kasım 2014 Cumartesi

Öykü II/III KURBAĞA PRENS NASIL YAŞADI

Yazan: Şaman Bayyurt
KURBAĞA PRENS NASIL YAŞADI
Güney krallığında, kralın üç kızı vardı. En büyükleri 19 yaşında, beline kadar sarı saçları, çam yeşili büyük güzel gözleri, pespembe ince, zarif dudakları, bir kuğu edasıyla hafifçe yana eğdiği uzun güzel boynu, birer yarım portakal gibi, biraz küçük ama çok güzel göğüsleri, incecik beli ve uzun bacaklarıyla eşine az rastlanır güzellikte bir kızdı.
Ortanca kız 17 yaşındaydı ama ablası kadar güzel değildi. Yine de kömür karası saçları, siyah çapkın gözleri, koyu erik kırmızısı iri dudaklarının süslediği minicik ağzı, dolgun ama diri vücudu, küçük birer kavun büyüklüğündeki iri güzel göğüsleri ve her an doğurmaya hepsinden hazır görünen yuvarlak geniş kalçaları saraydaki tüm erkeklerin aklını başından alıyordu. O, yanlarından geçerken babası hariç, tüm saray erkekleri, büyük bir iştahla, dönüp, onu bir kez de arkadan süzüyordu.
En küçüklerine gelince, belki en güzelleri değildi ama dâhiyle deli arası bir bakışla çevresini süzen yeşil ela gözleri, ateş kırmızısı kıvırcık saçları, çilli hokka burnu, tatlı, sulu, dolgun, kütür kütür koyu kirazları andıran dudakları, ipek elbisesinin dekoltesinden taşan, incecik vücuduyla neredeyse orantısız büyüklükteki iri göğüsleriyle tartışmasız en seksileri oydu.
İki büyük kızın da tek bir hayali vardı. En kısa zamanda ya bir kral, ya da en azından bir prensi ayartıp çocuk yapmak, sonra da evlenerek bir sarayda iktidar sahibi olmak. Tabii bu kolay bir iş değildi. Öncelikle, tahmin edebileceğiniz gibi, çevrede fazlaca başıboş dolaşan kral ya da prens yoktu. Dolaşanların çoğu da ya evli ya da nişanlıydı.
Aslında iki büyük kız için bu evliliklerin ve nişanların pek bir önemi yoktu. Çünkü, onlar aşka değil iktidara inanıyorlardı. Diğer bir deyişle iktidara âşıklardı. İkisi de pek çok evli kral ve prensle ilişkiye girmiş ama ne yazık ki hamile kalmayı henüz becerememişlerdi. Küçük kardeşlerinin aksine cinsel açıdan çok tecrübelilerdi. Ellerine geçirdikleri bir erkeklik organıyla gerek vücut açıklıkları gerekse elleriyle ne yapabileceklerini, onu nasıl yalamaları gerektiğini, hangi sertlikte elleriyle ovacaklarını ve boyuna göre ne kadar derine alabileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Küçük kız henüz yeni 16 yaşına basmıştı. Bazı açılardan, ablalarına göre çok daha saf olmasına karşın, başka konularda çok duyarlı ve dolayısıyla tecrübeliydi. Doğayı, bitkileri, hayvanları çok severdi. Bu sevgisini her fırsatta göstermekten de hiç çekinmezdi. Tabii bu sevgiden etkilenen doğa da onu karşılıksız bırakmazdı. Mesela kız bir elmayı ısırdığında, elma bundan tahrik olur ve tüm vücut sıvılarını bir araya toplayıp, hepsini aynı anda, coşmuş bir gayzer gibi kızın ağzına fışkırtır, elini yüzünü sanki bol sulu tropik bir meyveymişçesine ıslatırdı. Sular kızın ellerinden, narin ama kararlı çenesinden süzülür, ince uzun, güzel boynunu yalayarak, birer kor parçası gibi yanan nefis göğüslerine akar, onları uçlarına kadar sırılsıklam ederdi. Ya da, kız yaşlı bir çınara yaslandığında, onun ıslak karanlığının kokusuna dayanmayan ağaç, hemen, yaşlı gövdesini kaplayan yıllanmış kalın kabuğunun, kızın bacaklarının arasına gelen yerinden filizlenir ve belki dokunabilir hatta içine girebilirim umuduyla çabucak bir dal çıkarırdı.
Sadece bitkiler değildi tabii ki kızın sevgisine cevap veren. Kız hayvanlarla, kelimelerle anlaşabildiği gibi mükemmel bir şekilde telepati yoluyla da iletişim kurabiliyordu. Dişi hayvanlar sanki tanrıçalarına yaklaşırlarmış gibi bir sevgiyle; erkekleri ise belki bana dokunur, beni okşar, hatta şansım varsa erkeklik organımı okşar ya da yanlışlıkla açıklıklarından birinin içine alır umuduyla, sanki tanrısal ama bu sefer korkunç bir cinsel istekle yaklaşırlardı bu doğa tanrıçasına. Tabii bu tanrıçaya zarar vermek akıllarının ucundan bile geçmediği gibi onun için kendilerini feda etmeye de her an hazırlardı.
Küçük kız her gün saraydaki hayvanları ziyaret eder ve hepsiyle teker teker konuşurdu. O gittikten sonra tahrik olmuş erkek hayvanlar hemen dişilerin üstüne atlar ve onları tanrıçanın aşkıyla hızla atan kalplerinin basıncıyla, patlayacakmış gibi dolup sertleşmiş organlarıyla mutlu ederlerdi. Böylece sarayın çiftliğindeki hayvanlar inanılmaz sayıda ürer, hepsi yenemeyeceği için etleri zorunlu olarak saray çevresindeki fakir halka dağıtılırdı. Küçük kız ise, her seferinde, bu yapılan iyiliğin kendi eseri olduğundan tamamen habersiz, koşar, babasını büyük bir sevinçle kucaklayıp öper, ona “Sen kralların en iyisisin” derdi.
Bundan 17 sene önce bir gün, at üstünde, cücelerin yanından ayrılan prens, prenses ve kurbağa yavruları üç gün üç gece yolculuktan sonra, güneşli bir sabah vakti merkez krallığın sarayına vardılar. Bu ülkede birinin babası kral diğerinin annesi ise kraliçeydi. Kral, kızını tekrar görünce sevinçten deliye döndü. Onunla gelen prensi hatta ortak ürünleri olan kurbağayı bile coşkuyla kucakladı ve bağrına bastı. Kız babasına evleneceklerini söyledi. Damat adayının bir prens olması ve aralarında kan bağı bulunmaması nedeniyle kral bunu olumlu karşıladı.
Akşam yemeğinde, kız hikâyesini anlattığında, kraliçe suçlu duruma düşer gibi oldu. Ama kadın onu da punduna uydurmuştu. Her şeyi yalanladı. Hizmetlisinin tanıklığıyla, prensesi ormana götürüp öldürmesi için talimat verdiği avcının kafasını, kendisine cinsel taciz ve ihanet suçuyla, uzunca bir süre önce uçurtmuştu. Böylece yaptıklarının hiçbir tanığı kalmamıştı. Zaten prenses de iyi kalpli olduğundan kraliçeyi kolayca affetti. Prens ve prenses kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlendiler.
Kralın ölmesi durumunda, oğlunun kral olması kesinleşen kraliçe hemen yeni bir plan yaptı. Artık kraldan kurtulması gerekiyordu. O ülkede isteyen babalar kızlarının bekâretini krala bozduruyorlardı. Bu hem kızın değerini arttırıyor hem de aileye büyük bir gelir getiriyordu. Kralın da, istediği kızın, 16 yaşından sonra, bekâretini bozma, başka bir deyişle bekâretini satın alma hakkı vardı. Bu durumda kraliçenin de bazı hakları oluyordu tabii. Örneğin Kızın bekâretinden emin olmak ve kendi sağlığını koruyabilmek için kızı muayene etme hakkı vardı. Bu durumda tahmin edileceği gibi, kocasına daha güzel bir hediye hazırlamak amacıyla, kızı yıkama, temizleme ve giydirme hakkına sahipti.
Kraliçe o civardaki en güzel, en seksi bakireyi buldu, kız daha bir hafta önce 16’sına girmişti. Kızın babasına gitti ve ona kızın bekâreti için yirmi kese altın sundu. Fakir bir çiftçi olan baba bu teklifi tabii ki hemen kabul etti. Daha sonra bir cadıya giden kraliçe, erkeğin cinsel organından vücuduna giren ve onu birkaç saat içinde hiçbir ön belirti olmaksızın öldüren, kadınlara ise hiçbir zarar vermeyen fitil şeklinde bir zehir aldı. Ardından saraya döndü ve kızın kendisine getirilmesini buyurdu.
Kız kısa bir süre sonra kraliçenin odasına getirildi. Kraliçe kızı önce, ılık sütle bir güzel yıkadı, ardından onu saf ipekten havlularla kuruladı. Sonra saçlarından başlayarak tüm vücudunu muayene etti. Onun, patlamaya hazır volkanlar gibi önünden çıkan iki tepeciğini de okşayıp öpmeden geçemedi. Muayenenin en zevkli kısmını da sona saklamıştı. Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi kızın ıslak karanlığını muayene etmeye başladı. Kızı bir yatağa yatırmış, bacaklarını açmıştı. İçeri parmaklarını rahatça sokabilmesi için önce kızı ıslatması gerekiyordu. Bunun için dilini kullandı. Kızın derinden gelen inlemeleri, yaptığı işte kraliçeye daha da zevk veriyordu. Kızın yeterince ıslandığına karar veren kraliçe, elinde sakladığı fitili yavaşça kızın ıslak karanlığına soktu. Ardından kızın bacaklarını ve minnacık zarif ayaklarını muayene etti. Cadının söylediğine göre fitil birkaç dakika içinde eriyecek ve iki gün boyunca etkisini sürdürecekti. Bu yüzden kraliçe muayenesini bitirmekte acele etmedi. Ardından kıza, krallıktaki en güzel, kırmızı saf ipekten iç çamaşırlarını, tabi ki kızın ıslak karanlığını kapatmayacak biçimde giydirdi. Saray berberi çağırıldı, kıza muhteşem bir prenses saçı yapıldı. Kızın vücuduna oturup hatlarını tamamen gösteren, kırmızı-siyah, saf ipekten elbise ve kırmızı, topuklu ayakkabılar bu göz ziyafetini tamamladılar. Kraliçe kızın cinselliğe aç gözlerini, her şeyi yalarım, emerim edasıyla yuvarlak bir biçimde hafif açık duran ağzını şiddetle vurgulayan makyajını bizzat kendisi yaptı.  
Öğle yemeğinde kraliçe, kralın kulağına eğilip, yemekten sonra onun için bir sürprizi olduğunu fısıldadı. Buna çok heyecanlanan kral, kraliçeye söyletene kadar, ısrarla sürprizin ne olduğunu sordu. Kraliçe daha ana yemek bitmeden pes etti ve kralın kulağına onun için hazırlamış olduğu sürprizi söyledi. Kral büyük bir neşeyle hızlıca, özellikle, cinsel isteği arttırıcı şekilde hazırlanmış olan yemeğini yedi. Tatlıyı bile beklemeden, coşmuş bir aygır gibi, kraliyet yatak odasına koştu.
Önce, karşısına çıkan güzel kızın ateşli dudaklarını fark etti. Kıza, onu görür görmez sertleşmiş olan organını göstererek, emmesini söyledi. Kız denileni yaptı. Kral birkaç dakika organını emdirdikten sonra, soymaya bile gerek görmeden kızı kalçalarından yakaladı ve eteğini kaldırdı. İçinde ıslak karanlığını koruyan hiç bir şey olmadığını fark etti. Zaten açıkta olan ve yaşlı kalbinin atabileceği en hızlı şekilde atan erkeklik organını kızın sıcak karanlığına soktu ve uzunca bir süre ileri geri hareket etti. Kız ve kendisi yorgun düşene kadar seviştiler. Sonra yediği yemeğin ve yoğun sevişmenin verdiği rehavetle uzun bir uykuya daldı. Bu, hayatının en uzun uykusu oldu. Çünkü, bu uykudan bir daha uyanmadı. Tabii ki, ölümüne neden olabilecek hiçbir şey bulunamadığı için kralın neden öldüğü uzunca bir süre ortaya çıkmadı.
Yeri gelmişken, prensesin yanında getirdiği, Kurbağa Prens’ in hikâyesine de biraz değinmeden edemeyeceğim:
Bir zamanlar doğu krallığındaki küçük bir kasabaya, bir panayır günü, genç bir sihirbaz gelmiş ve orada hünerlerini sergilemiş. Sihirbaz hünerli elleriyle öyle büyük bir sevgi yayıyormuş ki gösterisini yaptığı kısacık sürede, tüm kasaba halkının sevgisini kazanmış. O zamanlar henüz genç ve çok seksi bir kadın olan kasabanın cadısı da bu gösteriyi izlemiş. Sihirbazın hünerli ellerini çok kıskanan cadı hemen bir plan yapmış. Amacı onun ellerini iyi bir cadı olmasını istediği küçük kızı için ele geçirmekmiş.
Önce en cazibeli gülümseyişiyle ona yaklaşmış ve cinselliğe susamış bakışlarla gösterisi hakkında sorular sormaya başlamış. Cadının cazibesi ve dekoltesinden taşan göğüslerinden çok etkilenen sihirbaz sonunda onunla evine gitmeye razı olmuş. O esnada, cadının misafir odasında, panayır günleri boyunca onu yatakta mutlu eden ve panayırda biraz para kazanırım diye gelmiş olan genç, yakışıklı bir ressam kalıyormuş. Cadının kızı ise kendi odasında, ufak tefek cadılık numaraları yaparak oynuyor, kendini oyalıyormuş.
 Cadı, eve gelir gelmez, büyülü planını uygulamak üzere sihirbazı tahrik etmeye başlamış. Önce boğazını kestiği bir tavuğu başının üzerinde tutarak akan kanı içmiş. Kanın büyük bir kısmı çenesini ve boynunu yalayarak, sıcak yaz gününde giydiği incecik kar beyazı ipek elbisesinin üzerine akarak onu ıslatmış. Bu da, onun muhteşem vücut hatlarını ortaya çıkarmış. Bu güzellik ve cinsel çekiciliğe dayanamayan sihirbaz cadının kanlı göğüslerini okşarken, cadı, çıkarabildiği en seksi çığlıkları önce sessizce, giderek de bağırarak atmaya başlamış. Bu çığlıklar sihirbazı çileden çıkartmış. Hemen erkeklik organını çıkartıp, cadının ıslak karanlığına sokmak istemiş. Ama cadı, böyle yapamayacağını, sihirbazın önce kendisini elleriyle tahrik etmesi gerektiğini söylemiş. Sihirbaz istemeyerek boyun eğmiş ve o, karanlığa dokunur dokunmaz cadının çığlıkları tüm kasabada rahatlıkla duyulabilir bir yüksekliğe çıkmış. Bu gürültüye gelen cadının küçük kızı, karşılaştığı görüntünün etkisiyle avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başlamış. Bunu duyan ressam da içeri girmiş ve küçük kızı ellerinden tutarak dışarı çıkartmaya çalışmış.
Sihirbazın elleri karanlığa dokunur dokunmaz cadının büyüsü işlemeye başlamış. Bir anda bir ışık parlamış ve sihirbazın elleri küçük kıza, ressamınkiler sihirbaza, kızın elleri de ressama geçmiş. Bu kazaya çok sinirlenen cadı, önce, bir ejderhanın ağzını andıracak şekilde genişleyen ıslak karanlığından fırlattığı bir ateş topuyla sihirbazı vurmuş. Onu belki öldürememişse de çok uzaklara fırlatmış. Ardından da ressamı lanetlemiş ve kapı dışarı etmiş.
Lanet de şöyleymiş: Üç nesil boyunca, bu çocuk elleriyle yaşayacak ve kendine her nesilde bir prensesi âşık edecek. Eğer iki nesli bunu başarabilirse, üçüncü nesli, bir prenses tarafından sevilip, öpülüp, emilip, onunla cinsel ilişkiye girene kadar kurbağa olarak kalacak!
Yeni kral ve kraliçe kurbağa çocuklarıyla ne yapacaklarını bilmez bir durumda tahta geçtiler. Onlar çok büyük bir aşk yaşıyorlardı. İkisi de babalarının iyi özelliklerini almışlardı. Uyum içinde bir ilişkiyi nasıl yaşamaları gerektiğini biliyorlardı. Aşkları, ülke yönetimine de yansıyor ve kraliyetlerini, halkları için de bir cennete çeviriyordu. Komşu ülkelerde bu mutlu krallığın namını duymayan kalmamıştı.
Mutluluk ve aşk dolu yıllar geçirdiler birlikte. Bir gece, kral ve kraliçe, akşam yemeğinden sonra, aşk pembesi güller, mis kokulu nergisler ve leylaklarla dolu saray bahçesinde akşam yürüyüşlerini yaparken, beyazlara bürünmüş, orta yaşı biraz geçmiş, her halinden bilgelik ve güzellik taşan bir kadın belirdi karşılarında.
Kadının, hünerli olduğu hemen fark edilen, uzun parmaklı, kemikli ve bir hayli erkeksi görünen elleri çok dikkat çekiyordu. Kadın da ellerini, onlarla gurur duyuyormuşçasına sergilemekten hiç çekinmiyor görünüyordu.  Kadın onlara, çılgın büyüler yapan cadı annesi, uzaklara uçup kaybolan sihirbaz ve lanetlenen ressamın hikâyesini anlattı. Ardından güney krallığındaki küçük kızın doğa sevgisinden ve doğadaki tüm canlılarla nasıl anlaştığından bahsetti. Kral ve kraliçe aynı şeyi düşünerek bir an birbirlerine baktılar. Önlerine döndüklerinde, büyük bir şaşkınlıkla, kadının yok olduğunu fark ettiler.
Hemen ertesi sabah kraliyet arabası hazırlandı. Kral, kraliçe ve tabii ki küçük bir ahşap kafeste beraberlerinde taşıdıkları kurbağa yavruları yola çıktılar. Kuzey ve güney krallıklarının başkentleri birbirlerinden çok uzak değillerdi, hemen o günün akşamı güney krallığının sarayına vardılar. Büyük bir kraliyet töreniyle karşılandılar. Yemekten sonra izin isteyerek her gün yaptıkları akşam yürüyüşlerine çıktılar. Sevecen, cana yakın olan küçük kız da onlarla gelmek istediğini söylediğinde kızın isteğini geri çevirmediler.
Aslında kızın gelmesi iyi de olmuştu. Bir süre sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinde dolaştıktan sonra, çevresinde çıkan çiçeklerin, güzel kokularıyla süsledikleri bir kuyubaşına geldiler. Küçük kız bahçede en sevdiği yerin burası olduğunu, her gün gelip burada şarkılar söylediğini ve altın topuyla oynadığını anlattı. Kral ve kraliçenin gözleri parladı, çünkü kurbağa yavrularını bırakabilecekleri en iyi yerin burası olduğunu anlamışlardı. Kraliçe kızın bakmadığı bir anda, yavrusunu, onun için en güzel dilekleriyle salıverdi.
Ertesi gün öğleden sonra merkez krallığının kral ve kraliçesi için düzenlenen veda töreninden sonra küçük kız elinde altın topuyla kuyubaşına geldi. Yine bir yandan en neşeli şarkılarını söylüyor, bir yandan da altın topunu havaya atıp tutuyordu. Çevredeki kuşlar da ona en güzel cıvıltılarıyla eşlik ediyordu. Kız kuyunun yanına gelince altın topu bir anda elinden kayıverdi ve suya düştü. Buna çok üzülen kız, kuyunun kenarına oturarak nefis sesiyle hüzünlü bir şarkı söylemeye başladı. Şarkıyı duyan Kurbağa Prens kuyunun kenarına sıçradı. Soran gözlerle kızı süzüyordu.
Kız kurbağanın kendisiyle konuşmak istediğini hemen anladı ve tek bir bakışıyla ona olanların tümünü anlattı. Kurbağa, “Ben senin topunu getiririm, üzülme” dedi. “Sadece, beni sevmen, öpmen, sofrana oturtman, tabağından yemeğini paylaşman, beni yatağına alman, emmen ve benimle cinsel ilişkiye girmen lazım” diye devam etti. Küçük prenses bunları duyunca, önce kulaklarına inanamadı ama topu da onun için çok değerliydi. Kurbağanın isteklerini içi pek de rahat etmeyerek kabul etti. Kurbağa suya daldı ve topu getirdi. Kız kafasında bin bir düşünceyle saraya döndü.
Akşam, tam yemeğe oturmuşlardı ki kapı çalındı. Hizmetliler yemek salonuna girerek, bir kurbağanın kapıda beklediğini, küçük prensesin onu sofrasında oturtmaya söz vermiş olduğunu söylediğini bildirdiler. Kral kızına baktı ve “Böyle bir söz verdin mi?” dedi. Kız her zaman doğruyu söylerdi, sözü vermiş olduğunu doğruladı. Kral da bir prensesin verdiği sözü tutmak zorunda olduğunu söyleyerek kurbağayı içeri getirmelerini buyurdu.
Kurbağa geldi ve masaya zıpladı, kız da başka çaresi kalmadığını anladığından onunla yemeğini paylaştı. Kız yemekten sonra, çabucak kaçmaya çalıştı ama nafile. Kurbağa bu kez, kendisini yatağa da almaya söz verdiğini hatırlattı. Baba kıza sözü verip vermediğini sordu ve kız yine doğruyu söyledi. Babası kızararak da olsa kızına sözünü tutmak zorunda olduğunu hatırlattı. Kız kurbağa ile beraber yatmaya gitti.
Yatak odasında kurbağa, kızın onu karnından öpmesi gerektiğini söyledi. Kız çaresiz denileni yaptı. Bundan tahrik olan kurbağanın erkeklik organı kendisini de şaşırtan bir şekilde şişerek inanılmaz bir büyüklüğe ulaştı. Organ o kadar büyümüştü ki, bir insan organı olmak için bile büyüktü. Bunu şaşkınlıkla izleyen kız, o anda, kurbağanın emmek derken neden bahsettiğini anladı. Taş gibi sertleşip kocaman olmuş organı bir süre çaresizce, giderek de artan bir zevkle emdi. Bu esnada kızın ıslak karanlığı da ateş gibi yanıyor ve olgun bir şeftali gibi sulanıyordu.
Cinsel ilişkinin ne olduğunu da ona, kurbağanın açıklamasına gerek kalmamıştı, kız içgüdüleriyle hangi organın ne görevi olduğunu, hangisinin hangi organa girmesi gerektiğini anlamıştı. Kız sırt üstü yattı ve ellerini, kurbağanın üzerlerine çıkıp işini görebilmesi için kasıklarına koydu. Kurbağa kızın ellerine çıktı ve organını hemen kızın ıslak karanlığına soktu. Orada kayarak yok olan organını büyük bir keyifle seyretti. Kurbağa gücü ve hızıyla, azman boyutlardaki organını, saatlerce kızın içine soktu ve çıkardı, kız onlarca kere boşaldı. Bu, onun hayatında yaşadığı en kuvvetli ve güzel duyguydu. Bunu yaşayan her kız gibi o da bu duyguyu ona veren erkeğe çok derinden âşık oldu. İşte o anda bir mucize gerçekleşti ve içinde ileri geri ilerleyen kurbağa, gördüğü en yakışıklı prense dönüştü.
Prensin minnacık, zarif, kız çocuğu ellerini gören ve saatlerce süren cinsel uyarıdan azmış olan prenses, o elleri arkasında hissetmenin nasıl olacağını merak etti ve prense, onları kendisine arkadan sokmasını söyledi. Prens denileni yaptı. Prensesi bir yandan ıslak karanlığından tatmin ederken bir yandan da elleriyle arkadan uyarıyordu. O gece prenses hamile kaldı ve bunu anında fark etti.
İki genç insan birbirlerine delicesine âşık olmuşlardı. Kısa bir süre sonra büyük bir düğünle evlendiler. Dokuz ay 10 gün sonra çok sevimli bir kız çocukları oldu. Kız annesinin bir kopyasıydı, henüz konuşmayı ve yürümeyi bile beceremezken doğayla konuşmayı öğrendi. Öyle ki kendisini, istediği her yere, saray köpeklerine taşıtıyordu. Köpekler, kızın onlara gösterdiği sevgi uğruna, ne derse onu yapıyorlardı. Tabii o da annesi gibi, sadece köpeklerle değil tüm doğayla çok iyi anlaşıyordu.
Kız sarayda bir prenses olarak büyüdü ve 16 yaşına bastığında, “Büyükanne” dediği dadısı, sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinin karşı tarafındaki kulübesine taşındı. Veda ederken de, kıza, o günden sonra yıllarca her gün çok severek giyeceği, kendi yaptığı kırmızı bir başlığı hediye etti.
Her ne kadar genç anne ve baba muratlarına ermiş gibi görünseler de, kızın yaşayacağı birkaç macerayı da sizlere aktarmak zorunda hissediyorum kendimi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder