Yazan:
Şaman Bayyurt
KURBAĞA PRENS NASIL
YAŞADI
Güney krallığında, kralın üç kızı vardı. En büyükleri 19
yaşında, beline kadar sarı saçları, çam yeşili büyük güzel gözleri, pespembe
ince, zarif dudakları, bir kuğu edasıyla hafifçe yana eğdiği uzun güzel boynu,
birer yarım portakal gibi, biraz küçük ama çok güzel göğüsleri, incecik beli ve
uzun bacaklarıyla eşine az rastlanır güzellikte bir kızdı.
Ortanca kız 17 yaşındaydı ama ablası kadar güzel değildi.
Yine de kömür karası saçları, siyah çapkın gözleri, koyu erik kırmızısı iri
dudaklarının süslediği minicik ağzı, dolgun ama diri vücudu, küçük birer kavun
büyüklüğündeki iri güzel göğüsleri ve her an doğurmaya hepsinden hazır görünen yuvarlak geniş kalçaları saraydaki tüm erkeklerin
aklını başından alıyordu. O, yanlarından geçerken babası hariç, tüm saray
erkekleri, büyük bir iştahla, dönüp, onu bir kez de arkadan süzüyordu.
En küçüklerine gelince, belki en güzelleri değildi ama dâhiyle
deli arası bir bakışla çevresini süzen yeşil ela gözleri, ateş kırmızısı
kıvırcık saçları, çilli hokka burnu, tatlı, sulu, dolgun, kütür kütür koyu
kirazları andıran dudakları, ipek elbisesinin dekoltesinden taşan, incecik
vücuduyla neredeyse orantısız büyüklükteki iri göğüsleriyle tartışmasız en
seksileri oydu.
İki büyük kızın da tek bir hayali vardı. En kısa zamanda
ya bir kral, ya da en azından bir prensi ayartıp çocuk yapmak, sonra da evlenerek
bir sarayda iktidar sahibi olmak. Tabii bu kolay bir iş değildi. Öncelikle,
tahmin edebileceğiniz gibi, çevrede fazlaca başıboş dolaşan kral ya da prens yoktu.
Dolaşanların çoğu da ya evli ya da nişanlıydı.
Aslında iki büyük kız için bu evliliklerin ve nişanların
pek bir önemi yoktu. Çünkü, onlar aşka değil iktidara inanıyorlardı. Diğer bir
deyişle iktidara âşıklardı. İkisi de pek çok evli kral ve prensle ilişkiye
girmiş ama ne yazık ki hamile kalmayı henüz becerememişlerdi. Küçük
kardeşlerinin aksine cinsel açıdan çok tecrübelilerdi. Ellerine geçirdikleri
bir erkeklik organıyla gerek vücut açıklıkları gerekse elleriyle ne
yapabileceklerini, onu nasıl yalamaları gerektiğini, hangi sertlikte elleriyle
ovacaklarını ve boyuna göre ne kadar derine alabileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Küçük kız henüz yeni 16 yaşına basmıştı. Bazı açılardan,
ablalarına göre çok daha saf olmasına karşın, başka konularda çok duyarlı ve
dolayısıyla tecrübeliydi. Doğayı, bitkileri, hayvanları çok severdi. Bu
sevgisini her fırsatta göstermekten de hiç çekinmezdi. Tabii bu sevgiden
etkilenen doğa da onu karşılıksız bırakmazdı. Mesela kız bir elmayı ısırdığında,
elma bundan tahrik olur ve tüm vücut sıvılarını bir araya toplayıp, hepsini
aynı anda, coşmuş bir gayzer gibi kızın ağzına fışkırtır, elini yüzünü sanki bol
sulu tropik bir meyveymişçesine ıslatırdı. Sular kızın ellerinden, narin ama
kararlı çenesinden süzülür, ince uzun, güzel boynunu yalayarak, birer kor
parçası gibi yanan nefis göğüslerine akar, onları uçlarına kadar sırılsıklam
ederdi. Ya da, kız yaşlı bir çınara yaslandığında, onun ıslak karanlığının kokusuna
dayanmayan ağaç, hemen, yaşlı gövdesini kaplayan yıllanmış kalın kabuğunun,
kızın bacaklarının arasına gelen yerinden filizlenir ve belki dokunabilir hatta
içine girebilirim umuduyla çabucak bir dal çıkarırdı.
Sadece bitkiler değildi tabii ki kızın sevgisine cevap
veren. Kız hayvanlarla, kelimelerle anlaşabildiği gibi mükemmel bir şekilde
telepati yoluyla da iletişim kurabiliyordu. Dişi hayvanlar sanki tanrıçalarına
yaklaşırlarmış gibi bir sevgiyle; erkekleri ise belki bana dokunur, beni okşar,
hatta şansım varsa erkeklik organımı okşar ya da yanlışlıkla açıklıklarından birinin
içine alır umuduyla, sanki tanrısal ama bu sefer korkunç bir cinsel istekle
yaklaşırlardı bu doğa tanrıçasına. Tabii bu tanrıçaya zarar vermek akıllarının
ucundan bile geçmediği gibi onun için kendilerini feda etmeye de her an
hazırlardı.
Küçük kız her gün saraydaki hayvanları ziyaret eder ve
hepsiyle teker teker konuşurdu. O gittikten sonra tahrik olmuş erkek hayvanlar
hemen dişilerin üstüne atlar ve onları tanrıçanın aşkıyla hızla atan kalplerinin
basıncıyla, patlayacakmış gibi dolup sertleşmiş organlarıyla mutlu ederlerdi.
Böylece sarayın çiftliğindeki hayvanlar inanılmaz sayıda ürer, hepsi yenemeyeceği
için etleri zorunlu olarak saray çevresindeki fakir halka dağıtılırdı. Küçük
kız ise, her seferinde, bu yapılan iyiliğin kendi eseri olduğundan tamamen
habersiz, koşar, babasını büyük bir sevinçle kucaklayıp öper, ona “Sen kralların
en iyisisin” derdi.
Bundan
17 sene önce bir gün, at üstünde, cücelerin yanından ayrılan prens, prenses ve
kurbağa yavruları üç gün üç gece yolculuktan sonra, güneşli bir sabah vakti
merkez krallığın sarayına vardılar. Bu ülkede birinin babası kral diğerinin
annesi ise kraliçeydi. Kral, kızını tekrar görünce sevinçten deliye döndü.
Onunla gelen prensi hatta ortak ürünleri olan kurbağayı bile coşkuyla kucakladı
ve bağrına bastı. Kız babasına evleneceklerini söyledi. Damat adayının bir
prens olması ve aralarında kan bağı bulunmaması nedeniyle kral bunu olumlu
karşıladı.
Akşam
yemeğinde, kız hikâyesini anlattığında, kraliçe suçlu duruma düşer gibi oldu. Ama
kadın onu da punduna uydurmuştu. Her şeyi yalanladı. Hizmetlisinin tanıklığıyla,
prensesi ormana götürüp öldürmesi için talimat verdiği avcının kafasını,
kendisine cinsel taciz ve ihanet suçuyla, uzunca bir süre önce uçurtmuştu. Böylece
yaptıklarının hiçbir tanığı kalmamıştı. Zaten prenses de iyi kalpli olduğundan
kraliçeyi kolayca affetti. Prens ve prenses kırk gün kırk gece süren bir
düğünle evlendiler.
Kralın
ölmesi durumunda, oğlunun kral olması kesinleşen kraliçe hemen yeni bir plan
yaptı. Artık kraldan kurtulması gerekiyordu. O ülkede isteyen babalar
kızlarının bekâretini krala bozduruyorlardı. Bu hem kızın değerini arttırıyor
hem de aileye büyük bir gelir getiriyordu. Kralın da, istediği kızın, 16
yaşından sonra, bekâretini bozma, başka bir deyişle bekâretini satın alma hakkı
vardı. Bu durumda kraliçenin de bazı hakları oluyordu tabii. Örneğin Kızın bekâretinden
emin olmak ve kendi sağlığını koruyabilmek için kızı muayene etme hakkı vardı.
Bu durumda tahmin edileceği gibi, kocasına daha güzel bir hediye hazırlamak
amacıyla, kızı yıkama, temizleme ve giydirme hakkına sahipti.
Kraliçe
o civardaki en güzel, en seksi bakireyi buldu, kız daha bir hafta önce 16’sına
girmişti. Kızın babasına gitti ve ona kızın bekâreti için yirmi kese altın
sundu. Fakir bir çiftçi olan baba bu teklifi tabii ki hemen kabul etti. Daha
sonra bir cadıya giden kraliçe, erkeğin cinsel organından vücuduna giren ve onu
birkaç saat içinde hiçbir ön belirti olmaksızın öldüren, kadınlara ise hiçbir
zarar vermeyen fitil şeklinde bir zehir aldı. Ardından saraya döndü ve kızın
kendisine getirilmesini buyurdu.
Kız
kısa bir süre sonra kraliçenin odasına getirildi. Kraliçe kızı önce, ılık sütle
bir güzel yıkadı, ardından onu saf ipekten havlularla kuruladı. Sonra saçlarından
başlayarak tüm vücudunu muayene etti. Onun, patlamaya hazır volkanlar gibi
önünden çıkan iki tepeciğini de okşayıp öpmeden geçemedi. Muayenenin en zevkli
kısmını da sona saklamıştı. Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi kızın ıslak
karanlığını muayene etmeye başladı. Kızı bir yatağa yatırmış, bacaklarını
açmıştı. İçeri parmaklarını rahatça sokabilmesi için önce kızı ıslatması
gerekiyordu. Bunun için dilini kullandı. Kızın derinden gelen inlemeleri,
yaptığı işte kraliçeye daha da zevk veriyordu. Kızın yeterince ıslandığına
karar veren kraliçe, elinde sakladığı fitili yavaşça kızın ıslak karanlığına
soktu. Ardından kızın bacaklarını ve minnacık zarif ayaklarını muayene etti.
Cadının söylediğine göre fitil birkaç dakika içinde eriyecek ve iki gün boyunca
etkisini sürdürecekti. Bu yüzden kraliçe muayenesini bitirmekte acele etmedi.
Ardından kıza, krallıktaki en güzel, kırmızı saf ipekten iç çamaşırlarını, tabi
ki kızın ıslak karanlığını kapatmayacak biçimde giydirdi. Saray berberi
çağırıldı, kıza muhteşem bir prenses saçı yapıldı. Kızın vücuduna oturup hatlarını
tamamen gösteren, kırmızı-siyah, saf ipekten elbise ve kırmızı, topuklu
ayakkabılar bu göz ziyafetini tamamladılar. Kraliçe kızın cinselliğe aç
gözlerini, her şeyi yalarım, emerim edasıyla yuvarlak bir biçimde hafif açık
duran ağzını şiddetle vurgulayan makyajını bizzat kendisi yaptı.
Öğle yemeğinde kraliçe, kralın kulağına eğilip, yemekten
sonra onun için bir sürprizi olduğunu fısıldadı. Buna çok heyecanlanan kral,
kraliçeye söyletene kadar, ısrarla sürprizin ne olduğunu sordu. Kraliçe daha
ana yemek bitmeden pes etti ve kralın kulağına onun için hazırlamış olduğu
sürprizi söyledi. Kral büyük bir neşeyle hızlıca, özellikle, cinsel isteği
arttırıcı şekilde hazırlanmış olan yemeğini yedi. Tatlıyı bile beklemeden, coşmuş
bir aygır gibi, kraliyet yatak odasına koştu.
Önce, karşısına çıkan güzel kızın ateşli dudaklarını fark
etti. Kıza, onu görür görmez sertleşmiş olan organını göstererek, emmesini
söyledi. Kız denileni yaptı. Kral birkaç dakika organını emdirdikten sonra, soymaya
bile gerek görmeden kızı kalçalarından yakaladı ve eteğini kaldırdı. İçinde
ıslak karanlığını koruyan hiç bir şey olmadığını fark etti. Zaten açıkta olan
ve yaşlı kalbinin atabileceği en hızlı şekilde atan erkeklik organını kızın sıcak karanlığına soktu ve
uzunca bir süre ileri geri hareket etti. Kız ve kendisi yorgun düşene kadar
seviştiler. Sonra yediği yemeğin ve yoğun sevişmenin verdiği rehavetle uzun bir
uykuya daldı. Bu, hayatının en uzun uykusu oldu. Çünkü, bu uykudan bir daha
uyanmadı. Tabii ki, ölümüne neden olabilecek hiçbir şey bulunamadığı için
kralın neden öldüğü uzunca bir süre ortaya çıkmadı.
Yeri
gelmişken, prensesin yanında getirdiği, Kurbağa Prens’ in hikâyesine de biraz
değinmeden edemeyeceğim:
Bir zamanlar doğu
krallığındaki küçük bir kasabaya, bir panayır günü, genç bir sihirbaz gelmiş ve
orada hünerlerini sergilemiş. Sihirbaz hünerli elleriyle öyle büyük bir sevgi
yayıyormuş ki gösterisini yaptığı kısacık sürede, tüm kasaba halkının sevgisini
kazanmış. O zamanlar henüz genç ve çok seksi bir kadın olan kasabanın cadısı da
bu gösteriyi izlemiş. Sihirbazın hünerli ellerini çok kıskanan cadı hemen bir
plan yapmış. Amacı onun ellerini iyi bir cadı olmasını istediği küçük kızı için
ele geçirmekmiş.
Önce en cazibeli
gülümseyişiyle ona yaklaşmış ve cinselliğe susamış bakışlarla gösterisi
hakkında sorular sormaya başlamış. Cadının cazibesi ve dekoltesinden taşan
göğüslerinden çok etkilenen sihirbaz sonunda onunla evine gitmeye razı olmuş. O
esnada, cadının misafir odasında, panayır günleri boyunca onu yatakta mutlu
eden ve panayırda biraz para kazanırım diye gelmiş olan genç, yakışıklı bir
ressam kalıyormuş. Cadının kızı ise kendi odasında, ufak tefek cadılık
numaraları yaparak oynuyor, kendini oyalıyormuş.
Cadı, eve gelir gelmez, büyülü planını
uygulamak üzere sihirbazı tahrik etmeye başlamış. Önce boğazını kestiği bir
tavuğu başının üzerinde tutarak akan kanı içmiş. Kanın büyük bir kısmı çenesini
ve boynunu yalayarak, sıcak yaz gününde giydiği incecik kar beyazı ipek
elbisesinin üzerine akarak onu ıslatmış. Bu da, onun muhteşem vücut hatlarını
ortaya çıkarmış. Bu güzellik ve cinsel çekiciliğe dayanamayan sihirbaz cadının
kanlı göğüslerini okşarken, cadı, çıkarabildiği en seksi çığlıkları önce
sessizce, giderek de bağırarak atmaya başlamış. Bu çığlıklar sihirbazı çileden
çıkartmış. Hemen erkeklik organını çıkartıp, cadının ıslak karanlığına
sokmak istemiş. Ama cadı, böyle yapamayacağını, sihirbazın önce kendisini
elleriyle tahrik etmesi gerektiğini söylemiş. Sihirbaz istemeyerek boyun eğmiş
ve o, karanlığa dokunur dokunmaz cadının çığlıkları tüm kasabada rahatlıkla
duyulabilir bir yüksekliğe çıkmış. Bu gürültüye gelen cadının küçük kızı, karşılaştığı
görüntünün etkisiyle avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başlamış. Bunu
duyan ressam da içeri girmiş ve küçük kızı ellerinden tutarak dışarı çıkartmaya
çalışmış.
Sihirbazın elleri
karanlığa dokunur dokunmaz cadının büyüsü işlemeye başlamış. Bir anda bir ışık
parlamış ve sihirbazın elleri küçük kıza, ressamınkiler sihirbaza, kızın elleri
de ressama geçmiş. Bu kazaya çok sinirlenen cadı, önce, bir ejderhanın ağzını
andıracak şekilde genişleyen ıslak karanlığından fırlattığı bir ateş topuyla sihirbazı
vurmuş. Onu belki öldürememişse de çok uzaklara fırlatmış. Ardından da ressamı
lanetlemiş ve kapı dışarı etmiş.
Lanet de şöyleymiş: Üç
nesil boyunca, bu çocuk elleriyle yaşayacak ve kendine her nesilde bir prensesi
âşık edecek. Eğer iki nesli bunu başarabilirse, üçüncü nesli, bir prenses
tarafından sevilip, öpülüp, emilip, onunla cinsel ilişkiye girene kadar kurbağa
olarak kalacak!
Yeni kral ve kraliçe kurbağa çocuklarıyla ne
yapacaklarını bilmez bir durumda tahta geçtiler. Onlar çok büyük bir aşk
yaşıyorlardı. İkisi de babalarının iyi özelliklerini almışlardı. Uyum içinde
bir ilişkiyi nasıl yaşamaları gerektiğini biliyorlardı. Aşkları, ülke
yönetimine de yansıyor ve kraliyetlerini, halkları için de bir cennete
çeviriyordu. Komşu ülkelerde bu mutlu krallığın namını duymayan kalmamıştı.
Mutluluk ve aşk dolu yıllar geçirdiler birlikte. Bir
gece, kral ve kraliçe, akşam yemeğinden sonra, aşk pembesi güller, mis kokulu
nergisler ve leylaklarla dolu saray bahçesinde akşam yürüyüşlerini yaparken,
beyazlara bürünmüş, orta yaşı biraz geçmiş, her halinden bilgelik ve güzellik
taşan bir kadın belirdi karşılarında.
Kadının, hünerli olduğu hemen fark edilen, uzun parmaklı,
kemikli ve bir hayli erkeksi görünen elleri çok dikkat çekiyordu. Kadın da ellerini,
onlarla gurur duyuyormuşçasına sergilemekten hiç çekinmiyor görünüyordu. Kadın onlara, çılgın büyüler yapan cadı annesi,
uzaklara uçup kaybolan sihirbaz ve lanetlenen ressamın hikâyesini anlattı.
Ardından güney krallığındaki küçük kızın doğa sevgisinden ve doğadaki tüm
canlılarla nasıl anlaştığından bahsetti. Kral ve kraliçe aynı şeyi düşünerek bir
an birbirlerine baktılar. Önlerine döndüklerinde, büyük bir şaşkınlıkla,
kadının yok olduğunu fark ettiler.
Hemen ertesi sabah kraliyet arabası hazırlandı. Kral,
kraliçe ve tabii ki küçük bir ahşap kafeste beraberlerinde taşıdıkları kurbağa
yavruları yola çıktılar. Kuzey ve güney krallıklarının başkentleri
birbirlerinden çok uzak değillerdi, hemen o günün akşamı güney krallığının
sarayına vardılar. Büyük bir kraliyet töreniyle karşılandılar. Yemekten sonra
izin isteyerek her gün yaptıkları akşam yürüyüşlerine çıktılar. Sevecen, cana
yakın olan küçük kız da onlarla gelmek istediğini söylediğinde kızın isteğini
geri çevirmediler.
Aslında kızın gelmesi iyi de olmuştu. Bir süre sarayın
uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinde dolaştıktan sonra, çevresinde çıkan
çiçeklerin, güzel kokularıyla süsledikleri bir kuyubaşına geldiler. Küçük kız
bahçede en sevdiği yerin burası olduğunu, her gün gelip burada şarkılar
söylediğini ve altın topuyla oynadığını anlattı. Kral ve kraliçenin gözleri
parladı, çünkü kurbağa yavrularını bırakabilecekleri en iyi yerin burası
olduğunu anlamışlardı. Kraliçe kızın bakmadığı bir anda, yavrusunu, onun için
en güzel dilekleriyle salıverdi.
Ertesi gün öğleden sonra merkez krallığının kral ve
kraliçesi için düzenlenen veda töreninden sonra küçük kız elinde altın topuyla
kuyubaşına geldi. Yine bir yandan en neşeli şarkılarını söylüyor, bir yandan da
altın topunu havaya atıp tutuyordu. Çevredeki kuşlar da ona en güzel
cıvıltılarıyla eşlik ediyordu. Kız kuyunun yanına gelince altın topu bir anda
elinden kayıverdi ve suya düştü. Buna çok üzülen kız, kuyunun kenarına oturarak
nefis sesiyle hüzünlü bir şarkı söylemeye başladı. Şarkıyı duyan Kurbağa Prens
kuyunun kenarına sıçradı. Soran gözlerle kızı süzüyordu.
Kız kurbağanın kendisiyle konuşmak istediğini hemen
anladı ve tek bir bakışıyla ona olanların tümünü anlattı. Kurbağa, “Ben senin
topunu getiririm, üzülme” dedi. “Sadece, beni sevmen, öpmen, sofrana oturtman, tabağından
yemeğini paylaşman, beni yatağına alman, emmen ve benimle cinsel ilişkiye
girmen lazım” diye devam etti. Küçük prenses bunları duyunca, önce kulaklarına
inanamadı ama topu da onun için çok değerliydi. Kurbağanın isteklerini içi pek
de rahat etmeyerek kabul etti. Kurbağa suya daldı ve topu getirdi. Kız kafasında
bin bir düşünceyle saraya döndü.
Akşam, tam yemeğe oturmuşlardı ki kapı çalındı. Hizmetliler
yemek salonuna girerek, bir kurbağanın kapıda beklediğini, küçük prensesin onu
sofrasında oturtmaya söz vermiş olduğunu söylediğini bildirdiler. Kral kızına
baktı ve “Böyle bir söz verdin mi?” dedi. Kız her zaman doğruyu söylerdi, sözü
vermiş olduğunu doğruladı. Kral da bir prensesin verdiği sözü tutmak zorunda
olduğunu söyleyerek kurbağayı içeri getirmelerini buyurdu.
Kurbağa geldi ve masaya zıpladı, kız da başka çaresi
kalmadığını anladığından onunla yemeğini paylaştı. Kız yemekten sonra, çabucak
kaçmaya çalıştı ama nafile. Kurbağa bu kez, kendisini yatağa da almaya söz
verdiğini hatırlattı. Baba kıza sözü verip vermediğini sordu ve kız yine
doğruyu söyledi. Babası kızararak da olsa kızına sözünü tutmak zorunda olduğunu
hatırlattı. Kız kurbağa ile beraber yatmaya gitti.
Yatak odasında kurbağa, kızın onu karnından öpmesi
gerektiğini söyledi. Kız çaresiz denileni yaptı. Bundan tahrik olan kurbağanın
erkeklik organı kendisini de şaşırtan bir şekilde şişerek inanılmaz bir büyüklüğe
ulaştı. Organ o kadar büyümüştü ki, bir insan organı olmak için bile büyüktü.
Bunu şaşkınlıkla izleyen kız, o anda, kurbağanın emmek derken neden
bahsettiğini anladı. Taş gibi sertleşip kocaman olmuş organı bir süre
çaresizce, giderek de artan bir zevkle emdi. Bu esnada kızın ıslak karanlığı da
ateş gibi yanıyor ve olgun bir şeftali gibi sulanıyordu.
Cinsel ilişkinin ne olduğunu da ona, kurbağanın
açıklamasına gerek kalmamıştı, kız içgüdüleriyle hangi organın ne görevi
olduğunu, hangisinin hangi organa girmesi gerektiğini anlamıştı. Kız sırt üstü
yattı ve ellerini, kurbağanın üzerlerine çıkıp işini görebilmesi için
kasıklarına koydu. Kurbağa kızın ellerine çıktı ve organını hemen kızın ıslak
karanlığına soktu. Orada kayarak yok olan organını büyük bir keyifle seyretti.
Kurbağa gücü ve hızıyla, azman boyutlardaki organını, saatlerce kızın içine
soktu ve çıkardı, kız onlarca kere boşaldı. Bu, onun hayatında yaşadığı en
kuvvetli ve güzel duyguydu. Bunu yaşayan her kız gibi o da bu duyguyu ona veren
erkeğe çok derinden âşık oldu. İşte o anda bir mucize gerçekleşti ve içinde
ileri geri ilerleyen kurbağa, gördüğü en yakışıklı prense dönüştü.
Prensin minnacık, zarif, kız çocuğu ellerini gören ve
saatlerce süren cinsel uyarıdan azmış olan prenses, o elleri arkasında
hissetmenin nasıl olacağını merak etti ve prense, onları kendisine arkadan
sokmasını söyledi. Prens denileni yaptı. Prensesi bir yandan ıslak
karanlığından tatmin ederken bir yandan da elleriyle arkadan uyarıyordu. O gece
prenses hamile kaldı ve bunu anında fark etti.
İki genç insan birbirlerine delicesine âşık olmuşlardı. Kısa
bir süre sonra büyük bir düğünle evlendiler. Dokuz ay 10 gün sonra çok sevimli
bir kız çocukları oldu. Kız annesinin bir kopyasıydı, henüz konuşmayı ve
yürümeyi bile beceremezken doğayla konuşmayı öğrendi. Öyle ki kendisini, istediği
her yere, saray köpeklerine taşıtıyordu. Köpekler, kızın onlara gösterdiği
sevgi uğruna, ne derse onu yapıyorlardı. Tabii o da annesi gibi, sadece
köpeklerle değil tüm doğayla çok iyi anlaşıyordu.
Kız sarayda bir prenses olarak büyüdü ve 16 yaşına
bastığında, “Büyükanne” dediği dadısı, sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı
bahçesinin karşı tarafındaki kulübesine taşındı. Veda ederken de, kıza, o
günden sonra yıllarca her gün çok severek giyeceği, kendi yaptığı kırmızı bir
başlığı hediye etti.
Her ne kadar genç anne ve baba muratlarına ermiş gibi
görünseler de, kızın yaşayacağı birkaç macerayı da sizlere aktarmak zorunda
hissediyorum kendimi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder