1 Kasım 2014 Cumartesi

Oktav nedir? Tenor, koleratur soprano, mezzo soprano, bariton vs... farkları neler? Çeşitleri nelerdir?

Oktav bir sesle onun iki katı frekansa sahip ses arasındaki aralığa denir. Yani 440Hz bir La sesinin bir oktav tizi 880Hz La olur. (Pisagor koması ihmal edilmiştir) Diğer bir deyişle mesela bir la minör gamında bir oktav şu seslerden oluşur. 
La Si Do Re Mi Fa Sol La
Sağ taraftaki La soldakinden bir oktav tizdir ve sayarsanız görürsünüz ki dizinin sekizinci tonudur. Octa Latince'de 8 anlamına gelir. (Octopus. Sekiz ayak da aynı mantık) 

İnsan sesleri genel olarak önce kadın ve erkek sesi olarak ikiye ardından da her grup üçe ayrılır. 

Müzik

Kadın sesleri şekilde görüldüğü üzere. 
  • Soprano Do ve La arası
  • Mezzosoprano La ve Mi arası
  • Alto da en pes olarak Sol ve Mi arasındadır.

Erkek sesleri ise; 
  • En ince Tenor Do ve La arası
  • Bariton Sol ve Sol arası
  • Bas ise en kalın ses olarak Mi ve Mi arasındadır.
Koloratur, lirik ya da dramatik ön ekleri solist sesler için kullanılır. Koloratur ön eki virtüözlük anlamında kullanılır. Genellikle sopranolarda koloratur soprano olarak kullanılır. 
Sopranolar da çeşitlidir: 
  • Lirik soprano, Şarkı içerik ağırlıklı
  • Dramatik soprano, Dramatik metinler
  • Lirik koloratur soprano, Şarkı içerikli ama virüözite isteyen parçalar
  • Dramatik koloratur soprano, Dramatik içerikli ama virüözite isteyen parçalar
  • Soubret, komediler

Tenorlarda da aynı çeşitlilik görülür: 
  • Heldentenor (kahramanımsı tenor), güçlü ve kalıcı seslerdir.
  • Dramatik tenorde benzeri ile donatılmış olsa da daha çok Fransız ve İtalyan operasıyla eşleştirilir.
  • Lirik tenor ise tam tersi, ton olarak daha tatlı ve sessizdir ve daha hafif repertuara uygundur.

  • Bunlardan başka ayrıca,
  • Tenore contraltino (çok ince bir tenor),
  • Tenore di forza (lirik fakat güçlü tenor),
  • Tenore di grazia (zarif tenor),
  • Tenore robusto (baritona yakın tenor) ve
  • spinto (parlak ama zorlanmış bir ton belirten).

Müzisyenler genellikle en geniş sesi olan, en hızlı bir şey çalan şeklinde değil de en iyi ses rengi olan, sesini en çok değiştirebilen, en esnek ses sahibi ve tabii konser salonlarında mikrofonsuz söylediklerinden en çok volumü olan diye sınıflandırılır. 

Dolayısıyla hangi sanatçının kaç oktav sesi var diye bir araştırma bulmak güç olacaktır. Operanın en önemli şarkıcılarından sayılan Maria Callas'ın mesela Fa diyez, Re arası üç oktava yakın sesi vardır. Klasik müzikte ses çıkartmak değil sesi güzel tonlamak önemli olduğundan bir şarkıcı isterse beş oktavı bağırabilsin, sadece tonlayabildiği, kontrol edebildiği sesler sesten sayılır. Bu arada yedi oktav sesim yar diyerek kendini tasdik eden kişiler ya müzikten anlamaz ya da yalan söylerler...

Müzikle kalın

Erkekler için akış şeması


“Şerefsizlik yapıyorlarsa bu alçaklıktır” ne demektir?

Yazan: Şaman Bayyurt

Uyanın arkadaşlar, ülkeyi hala bunlar yönetiyor... TC'mizin bir bakanı nasıl böyle anlamsız cümleler kurabilir? Neden bizi bu cahiller yönetiyor? 9 ayda 1400'ün üstünde işlenen iş cinayetleri bu adamı nasıl oluyor da koltuğunda 5 cm kadar bile kıpırdatamıyor? 

Çalışma Bakanı Faruk Çelik: “Bu acı çekilecek gibi değil. Ocağı kapatacağımız zaman işveren 50 kişiyi devreye sokuyor. " Kim bu bakanın da üstünde olan 50 kişi? Hani hiyerarşiye bakarsak bakanın üstünde önce başbakan ardından da cumhurbaşkanı var. Tamam ikisini bulduk ama kalan 48 kişi kim? Nasıl oluyor da bakanın emirlerini geçersiz kılabiliyorlar? 

Çalışma Bakanı Faruk Çelik: "İşverenler ‘İşçiye 3 kuruş ödeyeceğiz’ diye işçiden 5 kuruşu kesiyor. Biz o parayı kesilsin diye vermedik. Buradaki talihsizlik yasanın yeni yürürlüğe girmesi. " Madenciliğe sübvansiyon verdiklerini söylüyor, köle pazarını desteklediklerini söylüyor, hatta o katillere verilen desteğin bizim cebimizden çıktığını söylüyor. Bu paranın nereye gittiğini bakanlık kontrol etmeyecekse kim edecek? Biz mi kontrol edeceğiz yoksa madendeki ekmek savaşçısı mı? 

Çalışma Bakanı Faruk Çelik: "Sorumluluk hepimizde can önemliyse kapatırız. Ancak ‘Tehlike geliyor’ diyecek olan buradakilerdir. " Arkadaşlar, akape çığırtkanları, Romalılar, her neyseniz işte; TC'mizin bir bakanı nasıl "can önemliyse" diyebilir? Bilmez mi ki can herkesin en önemlisidir? Kendi canı önemsiz midir? Tehlike geliyor diyecek olanlar neden işçiler oluyor? Tema defalarca demiş, CHP defalarca soru önergesi verdi, hainler oy birliğiyle önergelerin okunmasını bile reddetti. Tehlike geliyor diyerek bakanın kafasına balyozla mı vurulmalı ki anlasın? Kaldı ki sorumluluk hepimizde derken umarım kendi partidaşlarını kast ediyordur, evet sorumluluk hepsinde. Aslında doğru bir miktar da bu cühelaya oyunu kanlı kömür karşılığı satan onlardan daha cühela olanda. Hepimize hala ulaşamıyorum yine de...

Çalışma Bakanı Faruk Çelik: "Keşke kayıpsız aklımız başımıza gelse. "
Ne demek keşke kayıpsız aklımız başımıza gelse? Soma'daki en az 301 gömülü madenci yeterli kayıp değil mi? Madenlerin yetersiz güvenliği konusunda uyaran kurumlar da mı akıllarını başlarına getirmiyor? Hadi diyelim çok çalışıyorlar, meclisten çıkamıyorlar, CHP'nin verdiği soru önergelerini oybirliğiyle reddetmek tam bir kötü niyet göstergesi değil midir? Torba yasa diye karanlık bir şeyler yaptılar, orada aydınlık olan bir madde var, uygar ülkelerdeki madenlerde kullanılan yaşam odalarından bu ülkede tasarruf edilmesi neden? Bir Ak Saray fiyatına tüm madenlerimize yeterli yaşam odası alınamaz mıydı? 

Bunlar ne zamandan beri bu kadar vurdumduymaz oldular? Yoksa başından beri mi böylelerdi? Arkadaşlar bakın adam acılı halkla konuşmaya gidiyor ve tüm sözleri ofsayt. Bir tane doğru laf edemez mi bir bakan. "Getirin müfettişleri hemen hesap soruyoruz. " "Getirin maden sahibini onu da hemen hapse atıyoruz. " "Asansörüne bakmayan Torun paşayı da içeri atıp zindanda çürütüyoruz" "Kontrollerini yapmayan yapı denetim firmalarının yöneticileri de katil oldu, onlar da içeri" "Doğrudur, şantiyede TOKİ yazdığından kontrol edilemiyor, hemen TOKİ'yi dağıtıyor ve şantiyenin kontrolünü yolsuz yollarla engellediklerinden yöneticilerini ellerindeki kanlarla zindanlarda çürütüyoruz" "Soma holding sahibi yaptığı soy kırımın hesabını istisnai bir şekilde yürürlüğe koyduğumuz idam cezasıyla veriyor" "Soma'yı kontrol eden müfettişleri de zindanlarda çürütüyoruz. " "Soma Holding artık dağıtılıyor ve bu ülkede herhangi başka bir iş daha yapamayacak. " "İsparta'da aşırı doldurulmuş ve muhtemelen kabak lastiklerle yolda olan, hiçbir muayenesi yapılmamış midibüsü o işçileri almaya yollayan patron zaten artık bir daha çıkmamak üzere hapiste. " Gibi laflar bekliyoruz bakandan. 

Kontroller yapılmazsa, hatalı davrananlar cezalandırılmazsa kapitalizmin hüküm sürdüğü tüm ülkelerde olduğu gibi burada da bütün bu namussuzluklar yapılacak, insanlar ölmeye devam edecektir. Hatta sonunda da "Bakanlığım döneminde 5000 kadar işçinin kanı ellerimde, tamam milletvekili olduğum için cezalandırılamıyorum ama ben namuslu bir adamım, her işimi doğru yaptım, saklayacak bir şeyim yok, bağımsız yargıya karşı ifade vermek istediğimden, tüm çabalarıma rağmen beceremediğim işimden istifa ediyorum. " demesini bekleriz. "Türk yargısı artık akape güdümünde olduğundan Almanların itinalı işine güvenirim, beni alman savcı ve yargıçların yargılamasını istiyorum" da diyebilir. Hatta işi abartıp "Partimizin iktidar döneminde 12 000'in üstünde işçiyi ihmalkarlıklarımız sonucunda öldürdük, oy için bedava dağıttığımız kömürler nereden geliyordu, hiç sordunuz mu? Tüm parti, başta oy toplayan yöneticilerimiz olmak üzere bu ölümlerden sorumludur. Artık bu partiye oy vermeyin hatta yargılanmaları için direnin." de diyebilir. Kimse ayıplamaz, hepimiz vay be ne harbi herifmiş deriz...

Nerem doğru ki ülkesinin sade vatandaşı

Nasıl gerçek üstü bir gerçeklikte yaşadığımıza bazen inanamıyorum.

Yani İsrail'in yaptıklarını gezicisinden, dincisine, ateistinden Musevisine bütün Türk halkı kınıyor. Muhakkak ki cemaatçiler de kınıyordur. Işid diye sapkın bir örgüt var etrafta, hepimiz biliyoruz, katliamlarından haberdarız. Bunu yukarıda saydıklarımın bir kısmı kınıyor, diğerleri arkasında. İskenderun'dan Musul'a (her ne hikmetse) petrol taşıyan kamyoncularımız rehin alınıyor ve hemen yayın yasağı koyuluyor. Acaba o konuda neler oluyor? Bu kamyoncular petrol zengini olan ülkemizden petrol yoksunu olan Irak'a neden petrol taşıyordu? Bence çok gizli bir alış veriş döndü orada... Gezi olaylarımız var, insanlar Beyoğluna çıkmasın diye cadde 25 000 polisle dolduruluyor. 
Başbakan "Ben istifa etmeden cumhurbaşkanı olacam" diyor, yeniden temel bir yasamızı çiğneyerek. Yüzlerce davası var tabii bir gün bile dokunulmazlığından vaz geçemez. Bu demektir ki bu adam ölene kadar başımızda. Her seferinde yeni bir yasa çiğneyerek ya da ülkeyi yeniden yoğurarak kendini sandıktan çıkarttıracak. Halkın bir kısmı ama cidden küçük bir kısmı bu durumdan süper nemalanıyor. Durumu destekleyen büyük kesim ise aç ve kelimenin tam anlamıyla makarnaya oy satıyor, daha da fakirleştiriliyor. Dine sarıldırtıyorlar. SİT alanlarına villalar Çamlıca sitesine İslam katedrali dikiliyor. Bu topraklardan o kada padişah geçti hiçbiri Çamlıca tepesine kıyıp bir katedral dikmedi. 
Soma'dan sonra halk dövmek neydi öyle... Nasıl inanılmaz bir sürreal kabus sahnesi... 
Neyse aslında amacım hükumeti de eleştirmek değil, sadece bir sürreal korku filminin içindeymişiz gibi bir ortamda yaşıyoruz artık... 
Amaç şu linki paylaşmaktı. Ethem'in katili olan şabalak polis şimdi de gitmiş Ethem'in ailesine dava açmış... 
haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ethem... .

Baron Şaman von der Welt - Kuyruklu Yalan

Geçenlerde bir dişimin dolgusu düştü içine anında bir fil girdi, naapacağımı şaşırdım, gel zaman git zaman fili sulamayı unutmuşum, öldü hayvan. Ayarladım mezarını, imamı. Tam gömüyoruz hayvanı, kuyruğu kaydı kenara, kıçındaki haç ortaya çıktı. Baktık hayvan katolik gittik ilk bulduğumuz kiliseye. Papaz der program dolu, kaldım elimde katolik bir fil naaşıyla. Neyse gitti papaz yaklaştı arkasından zevcesi, dedi benle sevişirsen ayarlarım yarına senin filin cenazesini. Ziyadesiyle cezbediciydi zaten kadın. Olur dedim madem dişimin kovuğunun filini başka türlü defnetmenin yolu yok. Yani sevdiceğim, ister inan, ister inanma ben masumum; problem diş kovuğumun filinde. 

Nükleer Santral Patlaması Tüpgazla Karşılaştırılamaz.

Yazan: Şaman Bayyurt

Fotoğrafta nükleer reaktör patlaması sonrası Fukuşima civarında büyüyen karpuzu görüyorsunuz. Nükleer serpinti insanların genetiğini de benzer şekilde etkiliyor. "Cep telefonları, Mikrodalga Fırınlar radyasyon yayar mı? " sorusuna bu kadar kafa yorup nükleer santral inşasına hiç karşı çıkmayan insanları anlamıyorum. Soma'da devletin başından madenin işçi çavuşuna kadar bütün mekanizmanın ihmali vardı ve ihmale devam edilmesi daha iki gün önce yasallaştırıldı. İktidar partisi kömür madenlerinde yaşam odalarının gereksizliğini iddia ederek yasa önergesini bir kez daha reddetti.
nNükleer santral işletmesi çok daha pahalı ama getirisi de çok daha yüksek bir girişim. İşin komiği bu girişimin de en üst patronu devletin başı ve inşaatı yapan firma Soma'daki madenin çökmesine sebep olanla aynı. Yapılan nükleer santralin yapımı ve işletmesinde Soma'dakinin aynı ihmaller olmayacağını düşünmüyorsunuzdur herhalde. Soma'da 301 kişi öldü. İhmalcilik, sineğin kanadının yağını çıkartmacılık aynı tarzda devam ederse ki iktidardaki kişinin halktan güven oyunu öyle ya da böyle aldıkça tarzını değiştirmeye hiç niyeti yok, bu sefer 3 milyon kişi ya da daha fazlası ölebilir, on binlerce kilometrekare yurdum toprağı yaşanamaz/kullanılamaz hale gelebilir.

Bunun şöyle:
inploid.com/t/nukleer-santraller-ulkemi... 
pırıl pırıl alternatifleri varken dünya için 1950'lerde başlayıp artık terk edilen bu eski ve tehlikeli teknolojinin yarım yüzyıldan uzun bir zamanın ardından ülkemize girmesi bence tamamen gereksiz ve tehlikeli. Soma'da 301 canın ölümüne karar veren yetkili nükleer santral patlamasını da tüp gaz patlamasına benzetiyor, yani hiçbir fikri yok. Nasıl ki küçük bir çocuğun eline ateşle ilgili cehaletinden dolayı ateş verilmezse tüp gazcının da nükleer santral yapmasına, onun patronu olup onu yönetmesine ve sonucunda da yakın bir zamanda muhtemelen patlatmasına izin verilmemeli.


1264

Müjde! Kız Bilgisayarı Problemlerine Kesin Çözüm.

Firmamız Youtube'u, Twitter'ı açılmayan, virüslerden göz gözü görmeyen, tarayıcısının üstten aşağıya doğru yarısı Bing vb araç çubuklarıyla dolup da tarama sonuçları için üç parmak yeri kalmış kız bilgisayarları için uzaktan bakım servisi sunuyor. 
Artık sizler de erkekler gibi İnternet'deki her türlü videoyu izleyebilecek, Soundcloud gibi sitelerde istediğiniz müziği dinleyebilecek, istediğiniz tüm sitelere girebilecek, Skype, Facebook Messenger gibi sesli, görüntülü iletişim araçlarını kullanabileceksiniz. 

Şartlarımız:
  • teamviewer.com/tr/index.aspx yazılımının indirilmesi, kurulması, çalıştırılması ve nerede ID, nerede Password yazdığının ekranda bulunarak tarafımıza okuma esnasında o müthiş kadınsı multi tasking özelliği kullanılarak telefonla bildirilebilmesi.
  • İşlemler esnasında mouse'a dokunulmaması ama ekran başından da ayrılınmaması.
  • Formatlama işlemleri için elde bulunan sistem CD'si, sürücü CD'si gibi veri taşıyıcılarının karmakarışık dolaplarda işlemden önce aranıp bulunması.
  • İşlemden önce kaybolunca ağlanacak tüm dosyaların yedeklenmesi.

Fiyatlarımız:
  • Uzaktan Sistem Geri Yükleme: 20TL
  • Uzaktan virüs koruma yazılımı kurma, bilgisayarı tarama: 15TL
  • Uzaktan bilgisayarı virüslerden arındırma: 40TL
  • DNS değiştirme: 10TL
  • VPN yazılımı kurulumu: 20TL
  • Arama motorunun yeniden Google haline getirilmesi 10TL
  • Bilgisayarın Recovery modu kullanılarak yerinde formatlanması 70TL (İstanbul içi)
  • Bilgisayarın var olan bir Windows CD'si kullanılarak yerinde formatlanması 100TL (İstanbul içi)
  • Bilgisayarın Recovery modu kullanılarak servis istasyonunda formatlanması 50TL
  • Bilgisayarın var olan bir Windows CD'si kullanılarak servis istasyonunda formatlanması 80TL
  • İflah olmayacak makinelerin yerinde imhası 40TL
  • İflah olmayacak makinelerin servis istasyonunda imhası 10TL

Not: Fiyatlarımıza KDV dahil değildir. Buradan başvurabilirsiniz.

Kadın Erkekten Ne İster

Yazan: Şaman Bayyurt

Öncelikle sağlam genler ister. Bu, eğer insan, mesela ticaret yapıyorsa o kişinin çok parası olması şeklinde görülebilir. Aslında yaptığı her ne olursa olsun başarılı erkek ister. Bunu sadece paraya indirgemek yanlış olur çünkü kadın, zevkine, eğilimine bağlı olarak az satan ama bir aile geçindirebilecek kadar kazanabilen bir ressam ya da bir şairle de beraber olabilir. Yaptığı işte başarılı olan erkeği yani en ilkel insan olarak düşünürsek ava çıkıp eve yemek getirebilen adamı ister. 

Sağlam genler demişken aynı zamanda güçlü olan adamı ister. Sonuçta kendisini, genetik olarak yapmak zorunda olduğu çocuğunu, ailesini ve onları barındıran evini koruyabilmelidir erkek. Burada güç derken tabii ki sadece kol gücünden bahsetmiyorum ki kol gücü de aslında kadının güç kriterlerinden biridir. Yine de erkeğin ruhsal gücü, zekası, yaratıcılığı vb. De o kadın için güç ifade edebilir. 

Hala sağlam genlerdeyiz aslında, kadın bunların yanı sıra yanına yakıştıracağı görsel çekiciliği olan adamı ister ki bu da güzel genlerin birleşip daha da güzelleşmesi amacıyla yapılan doğal bir seçimdir. Sonuçta hiç kimse çirkin bir çocuk sahibi olmak istemez. 

Kadın, erkeğin hem kendi kendini hem de kadınını sevenini ister. Ancak, kendisini seven bir insanın içinden taşan sevgi hem kadınını hem de çocuğunu sevgiye boğabilir. 
Kadın, konuştuğunda ( ki az da konuşmaz ) dinleyen erkeği ister. Çocuksu istekleri nedeniyle aptal yerine koyulmaya tahammülü yoktur ki aptal da değildir sadece erkekten çok farklı şekilde düşünür ve problemleri çözer bunun da dikkate alınmasını en azından fikirlerine saygı duyulmasını ister. 

Kadın, erkeğin kadına saygı duyanını ister ki onunla çocuğunu yetiştireceği yuvasına yıllarca, mümkün mertebe az tartışmayla kadınsı sevgisini verebilsin. 

Kadın, saygının nasıl bir şey olduğunu bilir, o yüzden kendi kendine de çok saygı duyan erkeği tercih eder. Ancak böyle bir erkek sosyal yaşantılarında kendisi için biçtiği saygıyı toplumda, ona sağlayabilir ya da en azından o saygının azalmamasını sağlar. 

Kadın, erkeğin şefkatlisini ister ki yanında babasının yanındaki kadar yuvasında hissetsin. Çocuğunun da o mutlu yuvada büyüyeceğine inanabilmek için de ihtiyaç duyar şefkate. 

Kadın, sadakat ister erkeğinden, o, çocuğunun babasıyla yaşama içgüdüsüyle donatılmıştır ve erkeğin de soyunu mümkün mertebe çok yayma içgüdüsüne sahip olduğunu bilir. Kıskançlık yapar, hoşgörüyle karşılanmak ister. 

Kadın, erkeğin en azından kendisine, tamamen dürüst olanını ister. Burada sadakatten bahsetmiyorum, meraklıdır, erkeğin kendisine ait erkeksi problemlerini dahi bir çözüm getiremeyecek olsa bile bilmek ister. Her zaman kolay olmasa da aydınlatılmalıdırlar yoksa sorunu kendilerinde aramaya başlayıp yuvaya mutsuzluk getirebilirler. 

Kadın, zaman zaman hatta bir çok zaman sırf kendine yöneltilmiş paylaştırılmamış ilgi ister. Verilmezse mutsuz olur ki bu da yuvadaki genel mutsuzluğa yol açar. Bu bazen saniyeler, bazen dakikalar, bazen saatler sürebilecek aslında güzel değil de diyemeyeceğim uğraş için erkeğin zaman ayırması gerekmektedir. 

Kadın, her zaman ilk günkü gibi kendine aşık, gözleri parlayan adam ister. Bu biraz imkansızdır ama yine de ister. Bu durum yaratılamıyorsa bile bu istek hoşgörüyle karşılanmalıdır. 

Kadın, her ortamda kendisini en güzel bulan erkeği ister. 

Kadın, erkeğin güzel kokanını ister. O da aynı erkek gibi eşini koklamayı sever. 

Kadın, erkeğin sertini ister ki hem yatakta hem savunmada bir açıklıkları kalmasın. 

Ama aynı kadın erkeğin yumuşağını da ister ki kendisini tüm kırılganlığıyla erkeğine bırakabilsin. 

Kadın erkeğin duyarlısını ister ki saçını boyattığında ruhunu, dolayısıyla yüzünü güzelleştiren iltifatını alabilsin. Ah işte bu küçük ama kadın için çok önemli anlar yuvayı mutluluğa boğar. Erkeğinin istemeden de azıcık da olsa kaba olduğu durumlarda azıcık kırılan kalbini fark edip onu onarabilecek erkek ister kadın. 

Hem duygulanıp ağlayanını hem de cengaver olanını sever kadın erkeğin... 

Jazz ve Blues Arasındaki Benzerlik ve Farklar

Yazan: Şaman Bayyurt


Aşağıdaki küçük kullanım kılavuzu copy/paste yöntemiyle yapılmamıştır, kanaatimce müzisyen arkadaşların anlayacağı şekilde tarafımdan yazılmıştır. 


Jazz ve blues'da da 4/4, 3/4, 6/8 gibi düz ritimler kullanıldığı gibi, sadece jazz'da 7/8, 9/8, 13/8 gibi ritimler de kullanılır. Tüm blues'lar jazz yapılabilir. Jazz'ın bir ritim sınırlaması yoktur ama blues genellikle shuffle ritimleriyle çalınır yani blues'da 2 sekizlik nota yanyana yazıldığında bunlar sekizlik triole gibi çalınır ilk nota iki sekizlik triole son nota da tek triole uzunluğunda çalınır. Aynı şey bir jazz - blues'da da uygulanabilir. Blues da pentatonik artı bir ya da iki blue note kullanılır (alçaltılmış (diminished) 3'lü, 5'li (ki en çok kullanılan budur, hatta diabola en musica denerek orta çağda yasaklanmıştır) ve 7'lidir), aynısı jazz'da da yapılabilmesinin yanı sıra jazz'da kromatik (yani 12 tonun hepsi) bile kullanılabilir. Şimdi diyeceksiniz, aynı şeyler ikisinde de yapılabiliyor, peki fark nedir?

Jazz ve Blues arasındaki en önemli fark jazz'ı jazz yapan armonik yapısıdır. Jazz'da çalınacak armonilere direkt gidilmez önce o armoninin ait olduğu gamlardan birinin 2. Armonisi ardından 5. Armonisi çalınır ve sonunda o armoniye gidilir, ya da hiç gidilmez önce çalınmış olan 2. Ve 5. Kademeler zaten o armoninin oluşturacağı hissi oluşturmuştur. Blues'da ise armonilere direkt olarak gidilir ve genellikle sırasıyla 1. Kademe (prim) 4 ölçü, 4. Kademe (subdominant) 2 ölçü, 1. Kademe 2 ölçü, 5. Kademe (dominant) bir ölçü, 4. Kademe 1 ölçü, birinci kademe 2 ölçü (ya da orada bir blues turn around) çalınarak 12 ölçü tamamlanır. Bu da 12 - bar blues denen temel blues'un haritası olur.

Diğer önemli fark ise blues'da 3 sesli ya da 7'li gibi basit 4 sesli akorlar kullanılırken jazz'da mutlaka 4 sesli akorlar kullanılır ve burada maj7, maj9, maj7b9, diminished, arttırılmış formlar gibi daha komplike akorlar kullanılır. Hatta daha da ileri gidilerek akorların temel tonunu armoni enstrümanları çalmaz ve bas gitar ya da kontrbas çalarak armonik yapıyı tamamlar.

Tüm parçalar gibi blues parçalar da jazzlaştırılabilirler. Bunun için blues iskeletindeki akorlara yukarıda da belirttiğim gibi 2. Ve 5. Kademelerinden yaklaşmanız yeterlidir. Mesela bir sol majör blues'u ele alırsak yani:

G-Blues
G G G G
C C G G
D C G G (12-bar blues kalıbı),

Bunu jazz kalıbına uyarlarsak, bir sürü yolu var ama şu şekilde seçilebilir (buradaki armoniler jazz voicing'leriyle çeşnilendirilebilir, çeşnilendirilmezse "easy listening" jazz olarak kalırlar) :

G-Jazz
(Am7 D7) Gmaj7 (Am7 D7) Gmaj7
(Dm7 G7) Cmaj7 (Am7 D7) Gmaj7
(Em7 Am7) (Dm7 G7) (Am7 D7) Gmaj7

Dikkatlice okur ya da çalarsanız yukarıdaki G-Blues'un 3. Satırındaki D yerine G-Jazz'da (Em7 Am7) ve yine G-Blues'un 3. Satırdaki C yerine G-Jazz'da (Dm7 G7) yazdığmı görürsünüz. Bunlar bu armonilerin 2. Ve 5. Diğer bir değişle sekund ve dominant kademeleridir, o ölçülere ait olması gereken temel akorlar D ve C kullanılmamıştır ama bu yazdığım akorlar yarım zamanlı çalınarak (bu durumda zaten yarımşar ölçü çalındıkları için çeyrek zamanlı oluyorlar, yani 4/4 bir parçada birer 4'lük nota uzunluğunda olacaklar) temel akorlar da sonlara eklenebilir (bu durumda iki dörtlük uzunluğunda) .

Bir de yine müzisyen arkadaşlarım için çok değerli olabilecek bir tabloyu paylaşmak istiyorum. Bu tablo Diyatonik Modülasyon Tablosu, yani kullanabileceğiniz tüm basit akor bağlantılarını gösteren bir tablo.

14

Ya da buradan büyük boyutlu olarak indirebilirsiniz:
tinypic.com/view.php? Pic=357rfkp& s=6

Tabloyu kullanmak için herhangi bir armoniden başlayarak okların yönünü takip etmeniz yeterli olacaktır. Kalın okları soldan sağa takip ederseniz gamın tüm akorlarını diyatonik kadenzler halinde arka arkaya çalarsınız ki o bile güzeldir. Gitarda çalıyorsanız ilk akorunuzla yüksek bir pozisyondan başlayarak oklar sağa ilerledikçe sizin de düşük pozisyanlara (yani sap üzerinde sola doğru) inerek çalmanızı tavsiye ederim. Bir Do majör gamı için mesela 8. Pozisyanda ilk Cmaj7 akorunu, 3. Pozisyonda ise son Cmaj7 akorunu çalmalısınız. İsterseniz ince okları takip ederek satırlar arasında geçiş yapar ve gamınızın cinsiyetini değiştirebilirsiniz, ihtiyaç duyduğunuzda yine uygun yerlerdeki ince okları kullanarak başlangıç gamınıza geri dönebilirsiniz.

Bu iki müziğin bir dinleyici açısından önemli olabilecek, kökenleri, hissiyatı ve enstrüman seçimleri konularına zaten diğer arkadaşlar da değinmişler. Hali hazırda uzun yazdım ben daha fazla gevezelik etmeyeyim.

Umarım burada verdiğim naçizane bilgiler müzisyen arkadaşlarıma yararlı olmuştur.

Kolay gelsin, iyi eğlenceler.

Soytarılar Ülkesi

Adam gece 23: 30 gibi Ankara'da Tekel Bayiine girer; 

Hocam bağış karşılığı bana iki bira hediye etmen mümkün mü? 

Bayi çalışanı gülümser; 
Aaaa o benim sırt çantam değil mi? 

Bağışçı yanıtlar; 
Tabii ama çanta bana biraz daha lazım olacak. 

der ve çantayı tezgahın yanında dışarıdan görünmeyecek bir yere koyar. Çalışan biraları çantaya zulalar, çanta kapanır ve alınır. Verilen 100 lirayı bayii arkadaş iyice inceler, 

"Abi" der "kusura bakma ama 20 liranın bile sahtesi geldi" atar 20 lirayı tezgaha bağışçı da görsün diye. Bağışçı gayet memnun 20 lirayı inceler, para hem kağıdı hem de şaşı Atatürk'üyle gayet de sahtedir. 

Bağışçı biralarını alır gider ama kafasında "ulan bu biracığa bu kadar kafa yorup yasaklayan zihniyet sahte para konusunda bunun yarısını bile yapmıyor" diye düşünür. 

"Acaba soytarı kim" diye düşünmeden de duramaz. Birayı satın alıp içen mi? Birayı o "korkunç" saatte satan mı? Yoksa onu yasaklayan mı? Yoksa sahte paranın peşine biracık kadar düşmeyen zihniyet mi? Yoksa halkını 20 liranın bile sahtesini basmaya değecek kadar yoksul bırakan yöneticiler mi?..

Gezi notları: Viyana

Yazan: Şaman Bayyurt

Bir şehri anlatmaya bu yönünden başlanmasa daha iyi olur belki ama Viyana bunu böyle hak ediyor.

Viyana kışları çok depresif bir şehirdir. Şehir merkezini dış semtlerden ayıran üzerinden U6 metro hattının geçtiği Gürtel tabir edilen kemerin altındaki gasthaus'larda eski Viyanalılar kafa çeker ve gerçekten derin depresif sohbetler ederler, oralara gidilmesi daha çok hareket etmeyi, gülmeyi, eğlenmeyi seven Akdeniz insanlarına tavsiye edilmez. Tabii ki bu hareketli şehrin bir tek depresif yüzü yoktur. Gece hayatini sevenler için Viyana'da gidilebilecek birçok klüp bulunur, Camara (Neubaugasse), El Dorado (Johannesgasse), Floridita (Johannesgasse), Moulin Rouge (Walfischgasse) bunların arasında sayılabilir. Şehirde alışveriş İstanbul ayarındaki fiyatlarla olmasına rağmen gece hayati İstanbul'dan çok daha ucuzdur. Klüplerde bir bira 3-5€, bir coctail 6-8€'dur (İstanbul’da Reina, 360, Midpoint ve benzeri klüplere gitmiş olanlar bilirler). Ayrıca şehirde birçok işgal edilmiş bina ve bunların bünyesinde işletilen bar, klüp, konser salonu/alanı bulunmaktadır, bu mekânlarda hem dünya yıldızlarının müziği esliğinde eğlenip hem de çok ucuza kafa çekebilirsiniz. Bunların en önemlileri olarak EKH (Wielandgasse), Arena (Landstrasse), WUK (Waehringerstrasse) sayılabilir. En güzel ve ucuz olan partiler tabii ki Avrupa’nın birçok şehrinde de olduğu gibi sadece kulaktan kulağa duyurulan ve reklamı yapılmayan yine de 10000 kişiye varan ziyaretçi sayısıyla büyük olan underground ravelerdir. Bir kaç günlüğüne şehri ziyaret eden kişilerin bunlardan haberdar olması hemen hemen imkânsızdır ki bu da zaten duyuru şeklinden amaçlanandır. Yaz aylarında şehrin çeşitli yerlerinde halka açık şölenler düzenlenmektedir, bunlardan en büyüğü ise haziran sonu temmuz başında Tuna Adası’nda yapılan "Donau İnsel Fest"dir. Bu şölene giriş ücretsizdir ve orada dünyada en popüler olan genellikle pop sanatçılarını izleme fırsatı bulursunuz.

Şehrin en görülesi yapılarından biri 3. bezirk Kegelgasse'deki 1983-1986 yılları arasında inşa edilmiş Hundertwasserhaus'dır, binanın çok eğlenceli ve değişik bir mimarisi vardır. Ayriyeten 9. bezirk Spittelau'da ayni sanatçının tasarlamış olduğu bir çöp yakma tesisi vardır ki eşi benzeri dünyada görülmemiş güzelliktedir. Belvedere (Landstrasse) ve Schönbrunn (Hietzing) sarayları hele hele Schlosspark Schönbrunn gerçekten gözlere birer ziyafet sunar. Maria Theresien-Platz'daki Kunst Historisches Museum (sanat tarihi müzesi) ve Radetzkyplaz yakınındaki Kunst Haus Wien hem aktüel hem de eski birçok seçkin sanatçının eserlerini sergilemektedir ki Kunst Historisches Museum gerçekten dünyanın en seçkin kolleksiyonlarından birine sahiptir, sergilenen ressamlar arasında Raffael, Bosch, Michelangelo, Rubens, Dürer sadece bir kaçıdır. Schillerplatz'daki Akademie der Bildenden Künste und Gemäldegalerie (plastik sanatlar akademisi ve sergi salonu) sanat ve resim tutkunları için mutlaka görülmelidir, burada Boticelli, Murillo, Rubens ve 14. - 19. yy arası yaşamış daha birçok ressamın eserleri sergilenmektedir. Rathauplaz'daki meclis binası (Rathaus), Dr.-Karl-Lueger-Ring'deki Burgtheater, Heldenplatz'daki Hofburg, Opernring'deki Wiener Stadtsoper (Viyana şehir operası) da opera sevmeseniz bile mutlaka görülmesi gerekli yapılardandır.

Pahalı, lüks, havalı alış veriş meraklıları için birçok dünya yıldızının da ayni amaçla uğrak yeri olan şehrin merkezindeki Kaerntnerstrasse ve Graben bulunmaktadır, bu bölge gerçekten motorlu araçların girmediği (yani İstiklal caddesi gibi değil) büyük bir yaya bölgesi olduğu için gezinti için de ayrıca çok hoştur, sokaklarda çeşitli sokak sanatçılarının gösterileri izlenebilir, istenir ve yetenek de mevcutsa gösteri yapılıp üç beş kuruş toplanabilir. Civardaki Cafeler turistik olduklarından gerçekten pahalıdır, Ortaköy fiyatlarıyla kıyaslanabilirler. Bir de belirtmeliyim ki Kaerntnerstrasse ve Graben'ın kesiştiği yerde yani Stefan's Platz'da bulunan Stefan's Dom'un (büyük çok güzel ama kasvetli bir katedral) 20.13 ton ağırlığında 3.14m çapındaki ana çanı Pummerin 2. kuşatmada atılan 160 Osmanlı güllesi eritilerek 1683 yılında şehrin kurtarılması şerefine dökülmüştür. Çan, kuleye çok ağır geldiği için sadece yılda bir kez yılbaşı gecesi saat 12’de çalınmakta ve sesi, Strauss'un Mavi Tuna'si çalınmadan önce tüm ülkeye radyolardan yayınlanmaktadır. Dom'un dış duvarlarında kuşatmada atılmış Osmanlı güllelerinin izleri hala mevcuttur ki bu da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın şehre zarar vermeden ele geçirmeye çalıştığı hikâyesini biraz muallağa sokmaktadır.

İlkbahar ve yaz aylarında şehir çok güzel, eğlenceli, cıvıl cıvıl bir hale bürünür. Bu aylarda Stadt Park, Prater, Donau Insel, Lobau (ormanın içinde göle girmek, piknik, mangal ve gezinti için nefis bir mesire yeri, dikkat! mayoyla giderseniz herkesin gözü üzerinizde olur, sadece çıplaklar için) ve Viyana’yı çevreleyen muhteşem güzel koyu yeşil Wiener Wald (Viyana ormanı) gezilmeye değer yerlerdir. İstanbul’un simgesi olan lale gibi Viyana’nın simgesi olan Riesen Rad (kocaman bir dönme dolap) Prater'da bulunmaktadır. Viyana Avrupa'nın en iyi metro sistemine sahiptir, şehrin içinde metroyla saat 5:00-00:30 arasında hem çok çabuk hem de çok ucuz istediğiniz hemen her yere gidebilirsiniz, geceleri ise "nachtbus" (gece otobüsü) bulunmaktadır. Taksiler ise, genellikle bir mercedes ile yolculuğunuzu yapmanıza rağmen yurdumuzun benzer büyüklükteki şehirlerine kıyasla (1.650.000 nüfus) ucuzdur (2.5€ açılış +1€/km), pazarlık üstüne geceleri gündüz tarifesiyle de çalışırlar.

Viyana Avrupa’nın kahve merkezidir, tabii ki başarısız olan Osmanlı kuşatmaları esnasında Avrupa’da kahve ve ayçöreğiyle (Kipferl) tanışma şerefine nail olan ilk şehirdir. ama Viyana’nın kahvesinin özelliği bundan gelmemektedir, şehirde musluklardan akan su ülkemizdeki satın alınabilecek en iyi suların kalitesinde olup içinde sıfır kireç barındırmaktadır, bunu yıllarca içinde su kaynattığınız çaydanlığınızın sanki hala yepyeniymişçesine parlamasından fark edebilirsiniz. Bu suyla yapılan kahve gerçekten tadına doyulmaz olmaktadır. Kahve, Viyana’da grosser brauner (büyük kahverengi), kleiner brauner (küçük kahverengi), grosser schwarzer (büyük siyah, içine normalin iki katı kahve koyulur), kleiner schwarzer (küçük siyah, yine fazla kahveli), verlaengerter (açık, yumuşak kahve) ve cappuccino benzeri ama çok daha lezzetlisi olan Wiener melange seklinde sunulur, yanında yine Viyana’nın bir spesiyalitesi olan sacher torte yenirse daha da lezzetli olur. Şehre gidenlerin mutlaka ziyaret etmesi gereken cafe ise Stephan's Platz ve Schweden Platz arasındaki Baeckerstrasse'deki cafe Alt Wien'dir.

Viyana’da yemek de aslında pek pahalı bir şey değildir ortalama 10€'ya karninizi rahatlıkla birçok Viyana lokantasında tıka basa doyurabilirsiniz, av etleri (özellikle sonbaharda), domuz kızartması/varyasyonları ve tabii en önemlisi de dana etinden yapılan Viyana şnitzeli (Wiener schnitzel) Viyana mutfağının sevilen yemekleri arasında sayılabilir. Bu yemek her ne kadar dana etinden yapılmış olsa da faize (İslami de olsa faizsiz süpermarket zinciri açılamaz) , cinayete (töre), dolandırıcılığa (hortum, fener, gemicik), zinaya (önce küçük kızla yap sonra imama git, 30 kişi bir gence tecavüz et) ve benzerine tamam deyip de yine de yine de zavallı domuzcuğun günah yükünden korkan bazı tek tanrılı din mensuplarına tavsiye edilmez çünkü orijinal olarak domuz yağı (schweine schmalz) ve tereyağı karışımı olan "butter schmalz" da kızartılır, kuşburnu marmeladıyla yenir müthiş de lezzetli olur. Viyana’nın Avusturya’daki en yaygın ve sevilen yemeği ise erdaepfelsalat'tir (mayonezli, sirkeli, kornişonlu, soğanlı Rus salatasına benzer bir patates salatası). Viyanalılar bu salatayla gurur duyarlar, hatta Viyana’ya Linz yönünden gelirken A1 otobanında şehrin reklam boardlarında "Wien bleibt Wien, erdaepfel salat bleibt erdaepfel salat" (Viyana Viyana kalır, patates salatası patates salatası kalır) yazısını okuyabilirsiniz. En ucuz lokantalar yurdumuzdakinin aksine şehirdeki Çin lokantalarıdır, bir de baeckerei tabir edilen ekmekçilerde sanki "Avrupa’da simit bulunmaz" savını çürütmek istercesine gayet makul fiyatlara kepekli, susamlı, haşhaşlı, tatlı tuzlu bin bir çeşit küçük ekmekçik, çörek, kek, kurabiye, pasta bulunmaktadır. Bunların hepsi bizi bozar diyenler için ise Avrupa’nın hemen her kentinde olduğu gibi orada da her sokakta bir döner dükkânı bulunmaktadır, bunlardan, tavuk kesme makinesi besmeleyle açılarak helalleştirilmiş etten yapılan ve içine normal zerzevatın yani sıra yoğurt sosu da koyularak ekmek arasında yenen genellikle gayet de lezzetli olan tavuk ve hindi döneri 1.5-2€ arası fiyatlara alınabilmektedir (tabii bu yukarıda da bahsi geçen tek tanrılı din mensubu dönerciler ve/veya kasaplar da sevap kefelerinin doluluğu oranında tavuğun arasına kızarınca aynen tavuk gibi beyaz olan domuz eti karıştırmaktan da her zaman çekinmemektedirler, din mensupları arasında bol bol skandallar olmaktadır, neyse ki bilmemek suçtan korumaz ama günahtan korumaktadır).

Öykü III/III KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ’IN BAŞINDAN GEÇENLER

Yazan: Şaman Bayyurt

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ’IN BAŞINDAN GEÇENLER
         Kırmızı Başlıklı Kız ormanın karşı tarafına giderken taşıdığı sepetin ağırlığı ve nemli sıcak havanın etkisiyle yarı yolda yorgun düştü. Biraz dinlenmek için bir ağaç kütüğünün üzerine oturdu. Ormanda hayvanlarla yalnızken hep yaptığı gibi, giysilerini çıkarmış, elinde taşıdığı sepetin içine yerleştirmişti. Annesinden aldığı doğa tanrıçasını andıran kokusunu ormandaki hayvanlar kilometrelerce öteden alabiliyorlardı.
Ormanın tüm seslerine aşina olduğu için arkasında hışırdayan çalılar Kırmızı Başlıklı Kız’ın hemen dikkatini çekti. Dönüp baktığında, karşısına çıkan ufak tefek, biraz da dişil görünen erkek kurttan, önce irkilmedi. Ama hayvanın gözlerine dikkatlice baktığında, kurdun kendisini yemek için oraya gelmiş olduğunu anladı. Doğayla çok güzel iletişim kurabilen kız, kurtla anlaşmaya çalışarak vakit kazanmanın bu durumda yapabileceği en akıllıca şey olacağını düşündü. Belki, diğer dost hayvanlar gelir ve onu kötü kurdun elinden kurtarırlardı.
Gözleri vahşetle kıpkırmızı parlayan hayvanla sevecen bir sesle konuşmaya başladı. Önce kendisini neden yemek istediğini sordu. Hayvan, karnının aç olduğunu ve onun saldığı nefis kokunun iştahını arttırdığını söyledi. Kız, iştahını yemekten bile daha güzel tatmin edebilecek bir şey bildiğini söylediğinde, kurdun gözleri merakla açıldı ve kıza onun ne olduğunu sordu. “Hiç, bir insanla seviştin mi?” diye sordu kız. Kurdun cevabı olumsuzdu ama meraklanmıştı. “Peki, hiç sana bir insan dokundu mu?” dedi kız. “Hayır” dedi iyice meraklanan kurt.
Sakince, çok doğal ve akıcı bir hareketle kurdun önünde çömelerek, yavaşça elini uzattı. Hayvanın erkeklik organına dokundu ve onu hafifçe okşamaya başladı. Organ bir anda büyüdü. Hayvan, kızın etkisi altına girmişti. Artık, kesinlikle onu yemek ya da ona zarar vermek istemiyordu, hatta ona âşık olmuştu. Evet,  zarar vermek istemiyordu, ama bu aşkın yol açtığı cinsel dürtüsü dayanabileceğinden çok daha kuvvetliydi.
Hayvan hızlıca arka ayaklarının üzerine kalktı ve ön ayaklarını, şiddetle, tepkinin etkisiyle elleri ve dizlerinin üzerine çökmek zorunda kalacak olan kızın omuzlarına koydu. Kurt çok hızlıydı ve kızın ıslak karanlığı için yanıp tutuşuyordu. Karanlığın kokusu ve onun çıplak teni, kurdu çok tahrik etmişti. Hiç düşünmeden, çabucak kızın arkasına geçti. Ön ayaklarını onun omuzlarına, cildine zarar vermeyecek şekilde ama kararlıca bastırarak arka ayaklarının üzerine kalktı. Vahşi hayvan kendinden geçmiş gibi görünüyordu. Kemiğini organının içine itip ileri geri hareketlerle kızın ıslak karanlığını aramaya başladı.
Bu olaydan birkaç hafta önce, ılık bir mayıs akşamı, Kırmızı Başlıklı Kız’ın anne ve babası, yani kral ve kraliçe sarayda bir bahar balosu düzenlediler. Konuklar arasında yıllar önce Anakraliçe’nin evlendirdiği yaşlıca bir baron ve eşi vardı. Barones yaşına göre hala muhteşem güzel görünüyordu. Anakraliçe akşam yemeğinden önce, bir fırsatını bulduğunda, baronesin hikâyesini ballandıra ballandıra anlattı. Onu nasıl giydirip güzelleştirip ölmeden hemen önce kocasına sunduğunu ve kızın böylece kendi ailesinin asaletinin bir parçasını alarak asiller camiasına katıldığını gururla sözlerine ekledi. Kralla olan evliliği esnasında yakından da tanıdığı bu, kendisinden 20 yaş kadar küçük olan baronla kızı tanıştırmış ve evlenmelerine önayak olmuştu. Gecenin sonuna doğru Kırmızı Başlıklı Kız ve güzel barones sarayın sonsuz ormanlarla kaplı bahçesinde küçük bir gezintiye çıktılar. Gözünü üstlerinden ayırmayan Anakraliçe onların yokluğunu hemen fark etti ve sessizce peşlerine düştü.
Barones ve Kırmızı Başlıklı Kız bir süre bahçede dolaştıktan sonra kızın çok sevdiği o kuyubaşına geldiler. Kız baronesten izin isteyerek sanki bir doğa ritüelini tekrarlarmış gibi çırılçıplak soyundu ve kuyudan çektiği bir kova suyu büyük bir zevkle başından aşağıya döktü. Barones, kızın, suyu çektiği sırada, dolunay ışığında kızgın bir bronz heykel gibi parlayan vücudunu seyrederken ıslandığını fark etti ve kızın muhteşem göğüslerini okşamadan edemedi. Ardından kızı dudaklarından öptü ve kuyunun kenarına oturttu. Kız elleriyle sıkıca çıkrığın dikmelerini tutarak ayaklarını açık bir şekilde havaya kaldırdı. Barones, kızın sütun gibi düzgün bacaklarının arasında diz çökerek onu yalamaya başladı. Kızın derinden gelen inlemeleri baronesi daha da şevklendirdi, dilini, hep daha derinlere sokarak büyük bir zevk ve iştahla karanlığı dakikalarca yaladı. Kızın çığlıkları yükseldikçe yükseldi.
Bu, görünüşte bir zamanlar yaşlı çınarla yaşadıklarına çok benziyordu. Ama bir insanın bilinçlice hedefe yönelik olarak her seferinde doğru yeri yalayan dilini kullanması ve bunun verdiği kesintisiz cinsel zevk hissi de oldukça farklıydı. Bir süre sonra kız iyice ıslanmıştı ki, barones, kızın ıslak karanlığına işaret parmağını ilk eklemine kadar soktu ve çıkarttı. Kız, neden durduğunu sorduğunda ise barones, ona anlatacak şeyleri olduğunu söyledi:
Barones, kıza büyükbabasının öldüğü gün sarayda kraliçeyle arasında geçenleri anlattı, “Hemen hemen az önce yaptığımız gibi olmuştu. Aslında önce korkmuştum ama kraliçenin şehvetli dokunuşları korkumu kısa sürede zevk dolu bir hisse çevirmişti” dedi. “Yalnız, o gün kraliçe, ıslak karanlığıma işaret parmağıyla beraber başka bir şey daha sokmuştu. Soktuğu şey çabucak içimde erimiş ve karanlığımı serin hatta soğuk bir duygu kaplamıştı” diye de ekledi.
Belki de Anakraliçe’yle aynı cinsel eğilimlere sahip olan Kırmızı Başlıklı Kız olan biteni çok iyi anladı ama ıslak karanlıkta eriyen o nesneye bir anlam veremedi. Saklandığı yerden, onları dinleyen Anakraliçe biraz tedirgin oldu ama hala ikisinin de bildikleri çok az olduğundan üzerinde durmadı.
İsmini, emekli olunca, sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinin karşı tarafına taşınan dadısının, ona veda hediyesi olarak verdiği ve onun da kafasından hiç çıkarmadığı bir başlıktan alan Kırmızı Başlıklı Kız, annesinin doğa sevgisini ve tüm fiziksel güzelliğini almıştı. Gün batımı kırmızısı düz uzun saçları, annesinin çilleri, hokka burnu, bir zencininkini andıran dolgun pembe dudakların süslediği biraz büyükçe ama güldüğü zaman güneşleri doğduran bir ağzı ve narin ama kararlı bir çenesi vardı. Çilli uzun boynunun altındaki hafif genişçe omuzları, birer yarım asma kabağıymışçasına dimdik olan ve elbisesinin yakasından taşan iri göğüslerini gururla taşıyor gibi dururlardı. Narin, incecik beli, birer küçük karpuz gibi hafif irice olan kalçalarına öyle bir tezat oluşturuyordu ki, elinizi kızın beline koymak isteseniz onu nereye koyacağınız konusunda bir çelişkiye düşerdiniz. Dümdüz uzun bacaklarının altındaki minicik ayaklarıyla öyle hızlı koşabilirdi ki bahçedeki hiçbir hayvan onunla yarışamazdı.
Kız tabii ki tüm özelliklerini annesinden almamıştı. Büyükannesinin gözlerinde parlayan ve zamanında birçok erkeğin canını yakmış olan o şeytani kıvılcım bu kızda da vardı. Kızın, bu şeytani içgüdüden kaynaklanan ama yine de Anakraliçe’ninkilerle yarışacak düzeyde olmayan bazı garip davranışları da yok değildi.
Kız, aynen annesi gibi çoğunlukla bahçedeki kuyunun başında oynardı.  Ama o, doğa sevgisini kendi akışına bırakmıştı… Yaşlı bir çınara yaslandığında, ten teması düzeyini dorukta tutabilmek amacıyla bunu çırılçıplak yapardı. Islak karanlığının kokusu annesininkiyle aynıydı. Tahmin edersiniz ki ağaç bu durumda kendini çok daha şanslı hisseder ve çok daha çabuk, ıslak karanlığın hizasında ama birazcık aşağıdan bir dal çıkartırdı. Bu dallar kızı önceleri gıdıklar, eğlendirirdi. Ama birkaç yıldır karanlığına sürtünen dallar daha değişik bir his vermeye başladılar. Zaten karanlığın ıslanmaya başlaması da kız, bir bahar günü yaşlı bir çınarla adeta sevişirken olmuştu:
Üç sene kadar önce, güzel bir bahar günü, her zamanki gibi çırılçıplak ormanda dolaşırken esen ılık bir meltem, bulunduğu yere, cinselliği çağrıştıran kokular taşımıştı. Büyük bir olasılıkla yakınlarda iki hayvan çiftleşiyordu. Kızın o zamanlar cinsellikle ilgili hiçbir fikri yoktu ama aldığı koku sanki ona bir şeyleri açıklar gibiydi. Belki de ilk cinselliğine duyduğu bilinçsiz açlığı tatmin edebilmek için yanındaki yaşlı bir çınara öylesine sıkı sarılmıştı ki çınar, önce kendisine verilen bu hediyenin sarhoşluğuyla, kızın ıslak karanlığının hizasından filizlenmeyi bile unutmuştu. Gelen kokuya seks inlemeleri de eşlik etmeye başladığında, tatlı sarhoşluğundan biraz uyanır gibi olan çınar gerektiği yerinden hemen filizlendi, küçük, kısa ama işaret parmağı kalınlığında bir dal çıkarttı.
“Ağaçlar hareket eder mi?” demeyin.  Bu ağaç bütün bu cinsel uyarıların etkisi altında, yumuşacık taze yapraklarıyla donattığı dalını ileri geri hareket ettirmeyi beceriyordu. Amacı tabii ki kızla cinsel ilişkiye girip neslini türetmek değildi. Görmüş geçirmiş yaşlı bir çınar olan bu ağaç kendi soyunun ve altındaki sevişmeleriyle üreyip bir sene sonra yavrularıyla onu ziyarete gelen insanların nasıl çoğaldığını çok iyi biliyordu. Amacı sadece doğadaki tüm canlılar gibi âşık olduğu bu tanrıçaya zevk vermekti. Ağacın ileri geri hareketleri öyle bir zevk veriyordu ki kız yavaş yavaş ve derinden inlemeye başladı. Bir süre sonra henüz hiç fark etmemiş olduğu bir şey oldu ve karanlığı hayatında ilk defa ıslandı. Bu ıslaklığın baş döndürücü güzellikteki kokusu, uzaktan gelen cinselliğin izlerini bir anda havadan sildi. O anda sadece o ve yaşlı çınar vardı. İkisi de çok mutlu, zevk dolu bir beraberliğin birer yarısıydı. Çınar durmadı. Kız, ormanın her yerinden duyulabilecek yükseklikteki zevk çığlıklarını dakikalarca atıp sonunda rahatlayana kadar devam etti. İşte Kırmızı Başlıklı Kız’ın cinsellikle ilk tanışıklığı böyle olmuştu.
Bu olayın üzerinden birkaç bahar geçmişti. Güneşli bir gün, Kırmızı Başlıklı Kız sarayın bahçesindeki, çok sevdiği kuyubaşında, ormanda hep yaptığı gibi çırılçıplak, bir ağacın altında uyuyakalmıştı. Önündeki mis kokulu baharatlar ve yaban otlarının arasından bir kaplumbağa çıktı. Kızın, tanrısal ıslak karanlığının, daha da tanrısal kokusunun etkisi altında, sessiz ve yavaş kaplumbağa adımlarıyla kızın bacaklarının arasına girdi. Doğruca karanlığa yöneldi. Koku gittikçe güçleniyor ve kaplumbağa da gittikçe daha fazla tahrik oluyordu. Hayvanın, karanlığa yeterince yaklaşıp onu yalamak dışında yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ve onu da yaptı.
O esnada kız, hayatından çok memnun, tatlı bir gülümsemeyle uyandı. Kaplumbağanın kendisini bir süre daha yalamasına izin verdi. Sonra onu iki eliyle zarifçe tutup yanındaki çimenlerin üzerine koydu. Kaplumbağayla selamlaşıp onun nereden gelip nereye gittiğini sordu. Kaplumbağa, eski sahibi olan cadının ölmüş olduğunu ve artık ona zarar vermeyeceği için, açığa çıkması bazı kişilerin işine yarayacak ve bazı kötü kişilerin ise cezalandırılmasına yol açacak birkaç sırrı yaymak üzere yola çıktığını anlattı. Kızın hiçbir şeyden haberi yoktu. Hafızası kendini hiç yanıltmamış olan kaplumbağa, kızı, yıllar önce cadının evine gelen kadına olan benzerliğinden dolayı tanıdı, kadın da sonuçta kızın büyükannesiydi.
O, şimdi ölmüş olan cadı sahibiyle birçok güzel an yaşamıştı. Kadın ona vücudunun tüm cinsel uzuvlarını gösterir ve yalatırdı. Hatta bazen başını ıslak karanlığına sokmasına izin verirdi. Artık bir insan kadınıyla yaşanan cinsellik, bu kaplumbağa için de bir zevk kaynağı hatta bir ihtiyaç olmuştu. Ondan bundan konuşur ve kız, bir zamanların şeytani güzeli büyükannesine de biraz çekmiş ve onun cinsel eğilimlerini almış olduğundan kaplumbağaya, hiçbir yadırgama belirtisi göstermeksizin, o neresini görmek isterse gösterir ve yalatırken.
Kaplumbağa ona, yıllar önce cadı ile zamanının kraliçesi olan Anakraliçe arasında geçen konuşmadan bahsetti. Sonra da Anakraliçe’nin, o zaman aynen cadının da tanımladığı gibi, erkeğin, cinsel organından vücuduna giren ve onu birkaç saat içinde hiçbir ön belirti olmaksızın öldüren, kadınlara ise hiçbir zarar vermeyen bir fitil satın aldığını anlattı. Bir süre sürdürdükleri bu oynaşma, yalaşma ve sevişmelerden sonra yüzünde pişkin ve bilge bir gülümsemeyle, bu doğa tanrıçasıyla yaşadığı zevk dolu anların etkisiyle, ağzı kulaklarına vararak yoluna devam etti.
Kırmızı Başlıklı Kız da az önce yaşadığı zevkli anları sindirebilmek için bir süre orada, yaşlı ağacın gölgesinde yattı. Bu esnada kafasındaki bazı soru işaretlerinin yok olduğunu ve bazı olayların onun için açıklığa kavuştuğunu fark etti. Bir cinayetin nasıl işlenmiş olduğunu anlamıştı. Bu hem iyi hem de kötüydü. Cinayeti büyükannesinin işlemiş olması küçük kızın tüylerini ürpertiyordu. Barones ve kaplumbağanın anlattıklarını birleştirince cinayetin nasıl işlenmiş olduğunu açıkça gözlerinin önüne getirebildi. İçi, cani büyükannesine karşı büyük bir korku ve dedesini öldürenin öz büyükannesi olması nedeniyle büyük bir hüzünle dolmuştu.
Kırmızı Başlıklı Kız, akşamüzeri kafasında bin bir düşünceyle saraya döndü. Akşam yemeğinde, her zamanki cıvıl cıvıl halinin eksikliği fark edilip ona sorulduğunda, “Herhalde gölgede yatarken hafif üşütmüş olmalıyım, biraz kırıklık hissediyorum.” dedi ve o an için sorgulanmaktan kurtuldu.
Günler günleri kovaladı. Kızın büyükannesine karşı olan nefreti de her geçen gün katlanarak arttı. Anakraliçe de bunu fark etti ve bir gün torununa nesi olduğunu sordu. Hep doğruyu söyleyen kız, bu kez, korkusundan gerçeği söyleyemedi. Yalnızca tanıdığı kızların birer tonton dedeleri olduğunu ve bunun eksikliğini çok duyduğunu söyledi. Bu kadarı Anakraliçe’ye yetmişti. Hızlı yaşadığı hayatı boyunca karşılaştığı birçok insanın tecrübesine sahip, yaşlı bir kadındı. Onu kandırmak zor, hatta imkânsızdı. Anakraliçe hemen bir plan yaptı.
Aynı gün öğlen yemeğinden sonra Anakraliçe, eskisi öldüğü için, methini uzunca bir süredir duyduğu diğer bir cadıya gitti. Cadı onu bahçe kapısında, omzunda, gökkuşağı renkli kuyruğu olan gri papağanı ve ayaklarına sürünüp kendini okşayan kara kedisiyle, büyük bir tezahüratla karşıladı. Hava güzel olduğu için bahçedeki kameriyede oturdular. Cadı ufak bir büyüyle mutfağında çayın demlenmesini sağladı, ardından gidip hazır demlenmiş, özel otların karışımından olan çayı aldı ve ikisi için de birer fincan doldurdu. Tabii arsızca miyavlayan kedisine bir tas süt, bas bas bağıran papağanına da biraz su vermeyi ihmal etmedi.
Bir ritüel gibi yapılmış bu konuksever hareketler sayesinde rahatlamış olan Anakraliçe hemen konuya girdi ve derdini anlatmaya başladı. Tabii konuyu kendi açısından, biraz çarpıtılmış bir biçimde yansıttı. Plan şöyleydi:
Anakraliçe hasta dadısına kek ve şurup götürmesi için Kırmızı Başlıklı Kız’ı sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinin karşı tarafına gönderecek ve kendi de bir erkek kurt kılığında gelerek Kırmızı Başlıklı Kız’ı öldürüp yiyecekti. Böylece, cinayeti kendisinin işlediğini bilen hiç kimse kalmayacaktı.
Cadı, Anakraliçe’nin isteklerinin gerçekleştirilebileceğini söyledi. Yalnız, iki şartı vardı:
Öncelikle cadı, Anakraliçe’yi tabii ki bir insanı parçalayıp yiyebilecek güçte ama yine de sadece ufak tefek ve dişil bir erkek kurt yapabiliyordu. Eğer bir erkek kurtla cinsel ilişkiye girerse büyü bozulacak ve Anakraliçe eski haline dönecekti. Kırmızı Başlıklı Kız’ın doğa sevgisini ve onunla mükemmel iletişim kurma yeteneğini duyduğu için, cadı ikinci koşul olarak, için Anakraliçe’ye kesinlikle onunla konuşmamasını söyledi. Kurt olması durumunda aklı ve duygularının da kurt aklı ve kurt duyguları olacağını ekledi. Konuşursa, Kırmızı Başlıklı Kız’ın onu kolayca etkisi altına alabileceğini belirtti. Anakraliçe kendisine Kırmızı Başlıklı Kız’ı yemeyi hedefleyip, yalnızca bu hedefe ulaşmak amacıyla gidip kızı yemek zorundaydı. Yaşlı kadını bu şartlar korkutmamıştı. Kendisini bir erkek kurda çevirecek büyülü sıvıyı cam bir şişe içinde aldı ve yola koyuldu.
O akşam Anakraliçe, Kırmızı Başlıklı Kız’ı yanına çağırarak “büyükanne” dediği eski dadısının çok rahatsızlanmış olduğunu ve kendisini görmek istediğini söyledi. Onu hemen ertesi sabah bir şişe şurup ve bir kekle büyükannesine gitmekle görevlendirdi. O gece Kırmızı Başlıklı Kız yine kafasında bin bir düşünceyle uykuya daldı. Rahatsız bir uykudan sonra sabah erkenden kalktı. Henüz daha kimse uyanmadan hasır bir sepete koyduğu kek ve şurupla yola koyuldu. İçinde kötü bir his vardı ama yine de büyükannesinin emrine boyun eğdi. Çok uzun bir yolu vardı, ormandan geçerken çok sevdiği dadısı için orman çiçekleri topladı.
Birkaç saat yol aldıktan sonra hikâyemizin başında bahsettiğimiz ağaç kütüğünü gördü. Erkek kurtla karşılaşmasını, onu nasıl etkisi altına aldığını, kendisine nasıl aşık ettiğini ve bu aşkın nasıl çığırından çıktığını biliyoruz. Küçük ve dişil erkek kurt, organıyla Kırmızı Başlıklı Kız’ın ıslak karanlığını ararken zevk ve şehvetten o kadar çok hırıldıyordu ki arkasındaki çalıların hışırdadığını fark etmedi. İşte o anda, arkasında, tüm ihtişamıyla gerçek bir erkek kurt belirdi. Küçük kurt ne olduğunu anlayamadan erkek kurt organını büyük bir hışımla ona sapladı ve büyü bozuldu, küçük kurt Anakraliçe’ye dönüştü.
Başladığı işi hiçbir zaman bitirmeden bırakmama alışkanlığına sahip erkek kurt yaklaşık bir saat Anakraliçe’yle cinsel ilişkisine devam etti ve kuvvetli pençelerini onun omuzlarına saplayarak kaçmasına izin vermedi. Bu arada Kırmızı Başlıklı Kız can havliyle kurt tarafından taciz edilmekte olan büyükannesinin elinden kurtuldu. Onun ilerlemiş yaşında bu çılgınca birleşmenin etkisiyle bir kalp krizi geçirerek can çekişmesini istemeyerek, biraz üzüntüyle ama adaletin de yerini bulmasından hafif memnun seyretti.
Dadısının hasta olması hikâyesinin gerçek olmadığını anlayan Kırmızı Başlıklı Kız geri döndü ve saraya doğru yoluna devam ederken kendi yaşlarında bir kız ve bir oğlanla karşılaştı. Bütün bu kötü deneyimlerine rağmen hala cana yakın olan kız onlara isimlerini ve nereye gittiklerini sordu. Kız isminin Gretel oğlan ise Hansel olduğunu, ikiz olduklarını ve evlerinin yolunu kaybettiklerini söylediler. Ardından Anakraliçe’nin gittiği cadının evinin yönünde yollarına devam ettiler.
Kırmızı Başlıklı Kız akşam üzeri saraya vardı ve hikâyesini annesiyle babasına anlattı. Saray muhafızları gönderildi, Anakraliçe’nin cesedi arandı ama nafile, muhafızlar cesedi bulamadılar. Aslında yaptığı kötülüklerden sonra da ne kral ne de kraliçe cesedi bulmak için çok fazla uğraşılması taraftarı olmadılar. Olay unutuldu. Kral, kraliçe ve Kırmızı Başlıklı Kız hayatlarının sonuna kadar bazen mutlu bazen de mutsuz yaşadılar.
Bir sonraki hikayemizde kızın ormanda karşılaştığı iki genç insanın yollarının nereye vardığına bakacağız.


Öykü II/III KURBAĞA PRENS NASIL YAŞADI

Yazan: Şaman Bayyurt
KURBAĞA PRENS NASIL YAŞADI
Güney krallığında, kralın üç kızı vardı. En büyükleri 19 yaşında, beline kadar sarı saçları, çam yeşili büyük güzel gözleri, pespembe ince, zarif dudakları, bir kuğu edasıyla hafifçe yana eğdiği uzun güzel boynu, birer yarım portakal gibi, biraz küçük ama çok güzel göğüsleri, incecik beli ve uzun bacaklarıyla eşine az rastlanır güzellikte bir kızdı.
Ortanca kız 17 yaşındaydı ama ablası kadar güzel değildi. Yine de kömür karası saçları, siyah çapkın gözleri, koyu erik kırmızısı iri dudaklarının süslediği minicik ağzı, dolgun ama diri vücudu, küçük birer kavun büyüklüğündeki iri güzel göğüsleri ve her an doğurmaya hepsinden hazır görünen yuvarlak geniş kalçaları saraydaki tüm erkeklerin aklını başından alıyordu. O, yanlarından geçerken babası hariç, tüm saray erkekleri, büyük bir iştahla, dönüp, onu bir kez de arkadan süzüyordu.
En küçüklerine gelince, belki en güzelleri değildi ama dâhiyle deli arası bir bakışla çevresini süzen yeşil ela gözleri, ateş kırmızısı kıvırcık saçları, çilli hokka burnu, tatlı, sulu, dolgun, kütür kütür koyu kirazları andıran dudakları, ipek elbisesinin dekoltesinden taşan, incecik vücuduyla neredeyse orantısız büyüklükteki iri göğüsleriyle tartışmasız en seksileri oydu.
İki büyük kızın da tek bir hayali vardı. En kısa zamanda ya bir kral, ya da en azından bir prensi ayartıp çocuk yapmak, sonra da evlenerek bir sarayda iktidar sahibi olmak. Tabii bu kolay bir iş değildi. Öncelikle, tahmin edebileceğiniz gibi, çevrede fazlaca başıboş dolaşan kral ya da prens yoktu. Dolaşanların çoğu da ya evli ya da nişanlıydı.
Aslında iki büyük kız için bu evliliklerin ve nişanların pek bir önemi yoktu. Çünkü, onlar aşka değil iktidara inanıyorlardı. Diğer bir deyişle iktidara âşıklardı. İkisi de pek çok evli kral ve prensle ilişkiye girmiş ama ne yazık ki hamile kalmayı henüz becerememişlerdi. Küçük kardeşlerinin aksine cinsel açıdan çok tecrübelilerdi. Ellerine geçirdikleri bir erkeklik organıyla gerek vücut açıklıkları gerekse elleriyle ne yapabileceklerini, onu nasıl yalamaları gerektiğini, hangi sertlikte elleriyle ovacaklarını ve boyuna göre ne kadar derine alabileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Küçük kız henüz yeni 16 yaşına basmıştı. Bazı açılardan, ablalarına göre çok daha saf olmasına karşın, başka konularda çok duyarlı ve dolayısıyla tecrübeliydi. Doğayı, bitkileri, hayvanları çok severdi. Bu sevgisini her fırsatta göstermekten de hiç çekinmezdi. Tabii bu sevgiden etkilenen doğa da onu karşılıksız bırakmazdı. Mesela kız bir elmayı ısırdığında, elma bundan tahrik olur ve tüm vücut sıvılarını bir araya toplayıp, hepsini aynı anda, coşmuş bir gayzer gibi kızın ağzına fışkırtır, elini yüzünü sanki bol sulu tropik bir meyveymişçesine ıslatırdı. Sular kızın ellerinden, narin ama kararlı çenesinden süzülür, ince uzun, güzel boynunu yalayarak, birer kor parçası gibi yanan nefis göğüslerine akar, onları uçlarına kadar sırılsıklam ederdi. Ya da, kız yaşlı bir çınara yaslandığında, onun ıslak karanlığının kokusuna dayanmayan ağaç, hemen, yaşlı gövdesini kaplayan yıllanmış kalın kabuğunun, kızın bacaklarının arasına gelen yerinden filizlenir ve belki dokunabilir hatta içine girebilirim umuduyla çabucak bir dal çıkarırdı.
Sadece bitkiler değildi tabii ki kızın sevgisine cevap veren. Kız hayvanlarla, kelimelerle anlaşabildiği gibi mükemmel bir şekilde telepati yoluyla da iletişim kurabiliyordu. Dişi hayvanlar sanki tanrıçalarına yaklaşırlarmış gibi bir sevgiyle; erkekleri ise belki bana dokunur, beni okşar, hatta şansım varsa erkeklik organımı okşar ya da yanlışlıkla açıklıklarından birinin içine alır umuduyla, sanki tanrısal ama bu sefer korkunç bir cinsel istekle yaklaşırlardı bu doğa tanrıçasına. Tabii bu tanrıçaya zarar vermek akıllarının ucundan bile geçmediği gibi onun için kendilerini feda etmeye de her an hazırlardı.
Küçük kız her gün saraydaki hayvanları ziyaret eder ve hepsiyle teker teker konuşurdu. O gittikten sonra tahrik olmuş erkek hayvanlar hemen dişilerin üstüne atlar ve onları tanrıçanın aşkıyla hızla atan kalplerinin basıncıyla, patlayacakmış gibi dolup sertleşmiş organlarıyla mutlu ederlerdi. Böylece sarayın çiftliğindeki hayvanlar inanılmaz sayıda ürer, hepsi yenemeyeceği için etleri zorunlu olarak saray çevresindeki fakir halka dağıtılırdı. Küçük kız ise, her seferinde, bu yapılan iyiliğin kendi eseri olduğundan tamamen habersiz, koşar, babasını büyük bir sevinçle kucaklayıp öper, ona “Sen kralların en iyisisin” derdi.
Bundan 17 sene önce bir gün, at üstünde, cücelerin yanından ayrılan prens, prenses ve kurbağa yavruları üç gün üç gece yolculuktan sonra, güneşli bir sabah vakti merkez krallığın sarayına vardılar. Bu ülkede birinin babası kral diğerinin annesi ise kraliçeydi. Kral, kızını tekrar görünce sevinçten deliye döndü. Onunla gelen prensi hatta ortak ürünleri olan kurbağayı bile coşkuyla kucakladı ve bağrına bastı. Kız babasına evleneceklerini söyledi. Damat adayının bir prens olması ve aralarında kan bağı bulunmaması nedeniyle kral bunu olumlu karşıladı.
Akşam yemeğinde, kız hikâyesini anlattığında, kraliçe suçlu duruma düşer gibi oldu. Ama kadın onu da punduna uydurmuştu. Her şeyi yalanladı. Hizmetlisinin tanıklığıyla, prensesi ormana götürüp öldürmesi için talimat verdiği avcının kafasını, kendisine cinsel taciz ve ihanet suçuyla, uzunca bir süre önce uçurtmuştu. Böylece yaptıklarının hiçbir tanığı kalmamıştı. Zaten prenses de iyi kalpli olduğundan kraliçeyi kolayca affetti. Prens ve prenses kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlendiler.
Kralın ölmesi durumunda, oğlunun kral olması kesinleşen kraliçe hemen yeni bir plan yaptı. Artık kraldan kurtulması gerekiyordu. O ülkede isteyen babalar kızlarının bekâretini krala bozduruyorlardı. Bu hem kızın değerini arttırıyor hem de aileye büyük bir gelir getiriyordu. Kralın da, istediği kızın, 16 yaşından sonra, bekâretini bozma, başka bir deyişle bekâretini satın alma hakkı vardı. Bu durumda kraliçenin de bazı hakları oluyordu tabii. Örneğin Kızın bekâretinden emin olmak ve kendi sağlığını koruyabilmek için kızı muayene etme hakkı vardı. Bu durumda tahmin edileceği gibi, kocasına daha güzel bir hediye hazırlamak amacıyla, kızı yıkama, temizleme ve giydirme hakkına sahipti.
Kraliçe o civardaki en güzel, en seksi bakireyi buldu, kız daha bir hafta önce 16’sına girmişti. Kızın babasına gitti ve ona kızın bekâreti için yirmi kese altın sundu. Fakir bir çiftçi olan baba bu teklifi tabii ki hemen kabul etti. Daha sonra bir cadıya giden kraliçe, erkeğin cinsel organından vücuduna giren ve onu birkaç saat içinde hiçbir ön belirti olmaksızın öldüren, kadınlara ise hiçbir zarar vermeyen fitil şeklinde bir zehir aldı. Ardından saraya döndü ve kızın kendisine getirilmesini buyurdu.
Kız kısa bir süre sonra kraliçenin odasına getirildi. Kraliçe kızı önce, ılık sütle bir güzel yıkadı, ardından onu saf ipekten havlularla kuruladı. Sonra saçlarından başlayarak tüm vücudunu muayene etti. Onun, patlamaya hazır volkanlar gibi önünden çıkan iki tepeciğini de okşayıp öpmeden geçemedi. Muayenenin en zevkli kısmını da sona saklamıştı. Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi kızın ıslak karanlığını muayene etmeye başladı. Kızı bir yatağa yatırmış, bacaklarını açmıştı. İçeri parmaklarını rahatça sokabilmesi için önce kızı ıslatması gerekiyordu. Bunun için dilini kullandı. Kızın derinden gelen inlemeleri, yaptığı işte kraliçeye daha da zevk veriyordu. Kızın yeterince ıslandığına karar veren kraliçe, elinde sakladığı fitili yavaşça kızın ıslak karanlığına soktu. Ardından kızın bacaklarını ve minnacık zarif ayaklarını muayene etti. Cadının söylediğine göre fitil birkaç dakika içinde eriyecek ve iki gün boyunca etkisini sürdürecekti. Bu yüzden kraliçe muayenesini bitirmekte acele etmedi. Ardından kıza, krallıktaki en güzel, kırmızı saf ipekten iç çamaşırlarını, tabi ki kızın ıslak karanlığını kapatmayacak biçimde giydirdi. Saray berberi çağırıldı, kıza muhteşem bir prenses saçı yapıldı. Kızın vücuduna oturup hatlarını tamamen gösteren, kırmızı-siyah, saf ipekten elbise ve kırmızı, topuklu ayakkabılar bu göz ziyafetini tamamladılar. Kraliçe kızın cinselliğe aç gözlerini, her şeyi yalarım, emerim edasıyla yuvarlak bir biçimde hafif açık duran ağzını şiddetle vurgulayan makyajını bizzat kendisi yaptı.  
Öğle yemeğinde kraliçe, kralın kulağına eğilip, yemekten sonra onun için bir sürprizi olduğunu fısıldadı. Buna çok heyecanlanan kral, kraliçeye söyletene kadar, ısrarla sürprizin ne olduğunu sordu. Kraliçe daha ana yemek bitmeden pes etti ve kralın kulağına onun için hazırlamış olduğu sürprizi söyledi. Kral büyük bir neşeyle hızlıca, özellikle, cinsel isteği arttırıcı şekilde hazırlanmış olan yemeğini yedi. Tatlıyı bile beklemeden, coşmuş bir aygır gibi, kraliyet yatak odasına koştu.
Önce, karşısına çıkan güzel kızın ateşli dudaklarını fark etti. Kıza, onu görür görmez sertleşmiş olan organını göstererek, emmesini söyledi. Kız denileni yaptı. Kral birkaç dakika organını emdirdikten sonra, soymaya bile gerek görmeden kızı kalçalarından yakaladı ve eteğini kaldırdı. İçinde ıslak karanlığını koruyan hiç bir şey olmadığını fark etti. Zaten açıkta olan ve yaşlı kalbinin atabileceği en hızlı şekilde atan erkeklik organını kızın sıcak karanlığına soktu ve uzunca bir süre ileri geri hareket etti. Kız ve kendisi yorgun düşene kadar seviştiler. Sonra yediği yemeğin ve yoğun sevişmenin verdiği rehavetle uzun bir uykuya daldı. Bu, hayatının en uzun uykusu oldu. Çünkü, bu uykudan bir daha uyanmadı. Tabii ki, ölümüne neden olabilecek hiçbir şey bulunamadığı için kralın neden öldüğü uzunca bir süre ortaya çıkmadı.
Yeri gelmişken, prensesin yanında getirdiği, Kurbağa Prens’ in hikâyesine de biraz değinmeden edemeyeceğim:
Bir zamanlar doğu krallığındaki küçük bir kasabaya, bir panayır günü, genç bir sihirbaz gelmiş ve orada hünerlerini sergilemiş. Sihirbaz hünerli elleriyle öyle büyük bir sevgi yayıyormuş ki gösterisini yaptığı kısacık sürede, tüm kasaba halkının sevgisini kazanmış. O zamanlar henüz genç ve çok seksi bir kadın olan kasabanın cadısı da bu gösteriyi izlemiş. Sihirbazın hünerli ellerini çok kıskanan cadı hemen bir plan yapmış. Amacı onun ellerini iyi bir cadı olmasını istediği küçük kızı için ele geçirmekmiş.
Önce en cazibeli gülümseyişiyle ona yaklaşmış ve cinselliğe susamış bakışlarla gösterisi hakkında sorular sormaya başlamış. Cadının cazibesi ve dekoltesinden taşan göğüslerinden çok etkilenen sihirbaz sonunda onunla evine gitmeye razı olmuş. O esnada, cadının misafir odasında, panayır günleri boyunca onu yatakta mutlu eden ve panayırda biraz para kazanırım diye gelmiş olan genç, yakışıklı bir ressam kalıyormuş. Cadının kızı ise kendi odasında, ufak tefek cadılık numaraları yaparak oynuyor, kendini oyalıyormuş.
 Cadı, eve gelir gelmez, büyülü planını uygulamak üzere sihirbazı tahrik etmeye başlamış. Önce boğazını kestiği bir tavuğu başının üzerinde tutarak akan kanı içmiş. Kanın büyük bir kısmı çenesini ve boynunu yalayarak, sıcak yaz gününde giydiği incecik kar beyazı ipek elbisesinin üzerine akarak onu ıslatmış. Bu da, onun muhteşem vücut hatlarını ortaya çıkarmış. Bu güzellik ve cinsel çekiciliğe dayanamayan sihirbaz cadının kanlı göğüslerini okşarken, cadı, çıkarabildiği en seksi çığlıkları önce sessizce, giderek de bağırarak atmaya başlamış. Bu çığlıklar sihirbazı çileden çıkartmış. Hemen erkeklik organını çıkartıp, cadının ıslak karanlığına sokmak istemiş. Ama cadı, böyle yapamayacağını, sihirbazın önce kendisini elleriyle tahrik etmesi gerektiğini söylemiş. Sihirbaz istemeyerek boyun eğmiş ve o, karanlığa dokunur dokunmaz cadının çığlıkları tüm kasabada rahatlıkla duyulabilir bir yüksekliğe çıkmış. Bu gürültüye gelen cadının küçük kızı, karşılaştığı görüntünün etkisiyle avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başlamış. Bunu duyan ressam da içeri girmiş ve küçük kızı ellerinden tutarak dışarı çıkartmaya çalışmış.
Sihirbazın elleri karanlığa dokunur dokunmaz cadının büyüsü işlemeye başlamış. Bir anda bir ışık parlamış ve sihirbazın elleri küçük kıza, ressamınkiler sihirbaza, kızın elleri de ressama geçmiş. Bu kazaya çok sinirlenen cadı, önce, bir ejderhanın ağzını andıracak şekilde genişleyen ıslak karanlığından fırlattığı bir ateş topuyla sihirbazı vurmuş. Onu belki öldürememişse de çok uzaklara fırlatmış. Ardından da ressamı lanetlemiş ve kapı dışarı etmiş.
Lanet de şöyleymiş: Üç nesil boyunca, bu çocuk elleriyle yaşayacak ve kendine her nesilde bir prensesi âşık edecek. Eğer iki nesli bunu başarabilirse, üçüncü nesli, bir prenses tarafından sevilip, öpülüp, emilip, onunla cinsel ilişkiye girene kadar kurbağa olarak kalacak!
Yeni kral ve kraliçe kurbağa çocuklarıyla ne yapacaklarını bilmez bir durumda tahta geçtiler. Onlar çok büyük bir aşk yaşıyorlardı. İkisi de babalarının iyi özelliklerini almışlardı. Uyum içinde bir ilişkiyi nasıl yaşamaları gerektiğini biliyorlardı. Aşkları, ülke yönetimine de yansıyor ve kraliyetlerini, halkları için de bir cennete çeviriyordu. Komşu ülkelerde bu mutlu krallığın namını duymayan kalmamıştı.
Mutluluk ve aşk dolu yıllar geçirdiler birlikte. Bir gece, kral ve kraliçe, akşam yemeğinden sonra, aşk pembesi güller, mis kokulu nergisler ve leylaklarla dolu saray bahçesinde akşam yürüyüşlerini yaparken, beyazlara bürünmüş, orta yaşı biraz geçmiş, her halinden bilgelik ve güzellik taşan bir kadın belirdi karşılarında.
Kadının, hünerli olduğu hemen fark edilen, uzun parmaklı, kemikli ve bir hayli erkeksi görünen elleri çok dikkat çekiyordu. Kadın da ellerini, onlarla gurur duyuyormuşçasına sergilemekten hiç çekinmiyor görünüyordu.  Kadın onlara, çılgın büyüler yapan cadı annesi, uzaklara uçup kaybolan sihirbaz ve lanetlenen ressamın hikâyesini anlattı. Ardından güney krallığındaki küçük kızın doğa sevgisinden ve doğadaki tüm canlılarla nasıl anlaştığından bahsetti. Kral ve kraliçe aynı şeyi düşünerek bir an birbirlerine baktılar. Önlerine döndüklerinde, büyük bir şaşkınlıkla, kadının yok olduğunu fark ettiler.
Hemen ertesi sabah kraliyet arabası hazırlandı. Kral, kraliçe ve tabii ki küçük bir ahşap kafeste beraberlerinde taşıdıkları kurbağa yavruları yola çıktılar. Kuzey ve güney krallıklarının başkentleri birbirlerinden çok uzak değillerdi, hemen o günün akşamı güney krallığının sarayına vardılar. Büyük bir kraliyet töreniyle karşılandılar. Yemekten sonra izin isteyerek her gün yaptıkları akşam yürüyüşlerine çıktılar. Sevecen, cana yakın olan küçük kız da onlarla gelmek istediğini söylediğinde kızın isteğini geri çevirmediler.
Aslında kızın gelmesi iyi de olmuştu. Bir süre sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinde dolaştıktan sonra, çevresinde çıkan çiçeklerin, güzel kokularıyla süsledikleri bir kuyubaşına geldiler. Küçük kız bahçede en sevdiği yerin burası olduğunu, her gün gelip burada şarkılar söylediğini ve altın topuyla oynadığını anlattı. Kral ve kraliçenin gözleri parladı, çünkü kurbağa yavrularını bırakabilecekleri en iyi yerin burası olduğunu anlamışlardı. Kraliçe kızın bakmadığı bir anda, yavrusunu, onun için en güzel dilekleriyle salıverdi.
Ertesi gün öğleden sonra merkez krallığının kral ve kraliçesi için düzenlenen veda töreninden sonra küçük kız elinde altın topuyla kuyubaşına geldi. Yine bir yandan en neşeli şarkılarını söylüyor, bir yandan da altın topunu havaya atıp tutuyordu. Çevredeki kuşlar da ona en güzel cıvıltılarıyla eşlik ediyordu. Kız kuyunun yanına gelince altın topu bir anda elinden kayıverdi ve suya düştü. Buna çok üzülen kız, kuyunun kenarına oturarak nefis sesiyle hüzünlü bir şarkı söylemeye başladı. Şarkıyı duyan Kurbağa Prens kuyunun kenarına sıçradı. Soran gözlerle kızı süzüyordu.
Kız kurbağanın kendisiyle konuşmak istediğini hemen anladı ve tek bir bakışıyla ona olanların tümünü anlattı. Kurbağa, “Ben senin topunu getiririm, üzülme” dedi. “Sadece, beni sevmen, öpmen, sofrana oturtman, tabağından yemeğini paylaşman, beni yatağına alman, emmen ve benimle cinsel ilişkiye girmen lazım” diye devam etti. Küçük prenses bunları duyunca, önce kulaklarına inanamadı ama topu da onun için çok değerliydi. Kurbağanın isteklerini içi pek de rahat etmeyerek kabul etti. Kurbağa suya daldı ve topu getirdi. Kız kafasında bin bir düşünceyle saraya döndü.
Akşam, tam yemeğe oturmuşlardı ki kapı çalındı. Hizmetliler yemek salonuna girerek, bir kurbağanın kapıda beklediğini, küçük prensesin onu sofrasında oturtmaya söz vermiş olduğunu söylediğini bildirdiler. Kral kızına baktı ve “Böyle bir söz verdin mi?” dedi. Kız her zaman doğruyu söylerdi, sözü vermiş olduğunu doğruladı. Kral da bir prensesin verdiği sözü tutmak zorunda olduğunu söyleyerek kurbağayı içeri getirmelerini buyurdu.
Kurbağa geldi ve masaya zıpladı, kız da başka çaresi kalmadığını anladığından onunla yemeğini paylaştı. Kız yemekten sonra, çabucak kaçmaya çalıştı ama nafile. Kurbağa bu kez, kendisini yatağa da almaya söz verdiğini hatırlattı. Baba kıza sözü verip vermediğini sordu ve kız yine doğruyu söyledi. Babası kızararak da olsa kızına sözünü tutmak zorunda olduğunu hatırlattı. Kız kurbağa ile beraber yatmaya gitti.
Yatak odasında kurbağa, kızın onu karnından öpmesi gerektiğini söyledi. Kız çaresiz denileni yaptı. Bundan tahrik olan kurbağanın erkeklik organı kendisini de şaşırtan bir şekilde şişerek inanılmaz bir büyüklüğe ulaştı. Organ o kadar büyümüştü ki, bir insan organı olmak için bile büyüktü. Bunu şaşkınlıkla izleyen kız, o anda, kurbağanın emmek derken neden bahsettiğini anladı. Taş gibi sertleşip kocaman olmuş organı bir süre çaresizce, giderek de artan bir zevkle emdi. Bu esnada kızın ıslak karanlığı da ateş gibi yanıyor ve olgun bir şeftali gibi sulanıyordu.
Cinsel ilişkinin ne olduğunu da ona, kurbağanın açıklamasına gerek kalmamıştı, kız içgüdüleriyle hangi organın ne görevi olduğunu, hangisinin hangi organa girmesi gerektiğini anlamıştı. Kız sırt üstü yattı ve ellerini, kurbağanın üzerlerine çıkıp işini görebilmesi için kasıklarına koydu. Kurbağa kızın ellerine çıktı ve organını hemen kızın ıslak karanlığına soktu. Orada kayarak yok olan organını büyük bir keyifle seyretti. Kurbağa gücü ve hızıyla, azman boyutlardaki organını, saatlerce kızın içine soktu ve çıkardı, kız onlarca kere boşaldı. Bu, onun hayatında yaşadığı en kuvvetli ve güzel duyguydu. Bunu yaşayan her kız gibi o da bu duyguyu ona veren erkeğe çok derinden âşık oldu. İşte o anda bir mucize gerçekleşti ve içinde ileri geri ilerleyen kurbağa, gördüğü en yakışıklı prense dönüştü.
Prensin minnacık, zarif, kız çocuğu ellerini gören ve saatlerce süren cinsel uyarıdan azmış olan prenses, o elleri arkasında hissetmenin nasıl olacağını merak etti ve prense, onları kendisine arkadan sokmasını söyledi. Prens denileni yaptı. Prensesi bir yandan ıslak karanlığından tatmin ederken bir yandan da elleriyle arkadan uyarıyordu. O gece prenses hamile kaldı ve bunu anında fark etti.
İki genç insan birbirlerine delicesine âşık olmuşlardı. Kısa bir süre sonra büyük bir düğünle evlendiler. Dokuz ay 10 gün sonra çok sevimli bir kız çocukları oldu. Kız annesinin bir kopyasıydı, henüz konuşmayı ve yürümeyi bile beceremezken doğayla konuşmayı öğrendi. Öyle ki kendisini, istediği her yere, saray köpeklerine taşıtıyordu. Köpekler, kızın onlara gösterdiği sevgi uğruna, ne derse onu yapıyorlardı. Tabii o da annesi gibi, sadece köpeklerle değil tüm doğayla çok iyi anlaşıyordu.
Kız sarayda bir prenses olarak büyüdü ve 16 yaşına bastığında, “Büyükanne” dediği dadısı, sarayın uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı bahçesinin karşı tarafındaki kulübesine taşındı. Veda ederken de, kıza, o günden sonra yıllarca her gün çok severek giyeceği, kendi yaptığı kırmızı bir başlığı hediye etti.
Her ne kadar genç anne ve baba muratlarına ermiş gibi görünseler de, kızın yaşayacağı birkaç macerayı da sizlere aktarmak zorunda hissediyorum kendimi.