Yazan:
Şaman Bayyurt
PAMUK
PRENSES VE YEDİ CÜCELERİN GERÇEK HAYATI
Zevk, şehvet ve açlıktan kocaman açılmış pırıl pırıl
gözleri ve şen şakrak kahkahalarıyla erkek keçilere binmiş kendi evlerinin
çitinden atlayarak geldiler yedi cüceler. Bahçedeki dağınıklık toplanmış,
çamaşır yıkanmış ve bahçedeki ipe asılmış, sokak kapısı da açık bırakılmıştı.
İçeriden mis gibi yemek kokuları geliyordu. Eve girdiklerinde ilk önce
arkalarında bıraktıkları cüce dağınıklığının toplanmış ve evin köşe bucak
temizlenmiş olduğunu fark ettiler. Yemek odasına geçtiklerinde ise boyuna uygun
bir yer bulamadığı için, yorgunluktan bitap düşünce uyumak için kendini yemek
masasının üstüne atmış dünyalar güzeli bir kızı en derin uykusunda buldular.
Yüzü, saçları, hele dolgun, kıpkırmızı dudakları çok güzeldi.
Cücelerden biri, hemen elini kızın göğüslerine attı ve
bir süre okşayıp sıktıktan sonra büyük bir memnuniyetle en şehvetli cüce
narasını savurdu. Bunu gören bir diğeri, kızın kaba etlerini yokladı. Oradaki
güzel yuvarlaklık ve aralarındaki küçük, ıslak karanlık cücenin vücudunda karşı
konulmaz bir hareketliliğe ve kalbinin göğsünden fırlayacakmışçasına hızlı
atmasına yol açtı, bu kez nara çok daha derinden geldi. Cüceler birbirlerine
baktılar ve hep bir ağızdan “Onda bir kadında aradığımız her şey var.” diye
çığlık attılar. Kızı, kendilerine cücelik hayatlarında, bunca yıldır çektikleri
sıkıntılar ve acılara bedel olarak tanrının gönderdiği bir armağan zanneden
cüceler hiç durmadılar ve hemen işe koyuldular. Belki de hayatının en derin uykusunda
olan kızın vücudunun tüm açıklıklarına, şimdi sertleşmiş olan ve kalplerinin
ritmiyle güm güm atan cüce uzuvlarını defalarca soktular ve çıkardılar. Bir
süre sonra kız cücelerin yorgun düşüp harekete son vermeleri nedeniyle uyandı
ve dünyanın en sevimli gülümsemesiyle cücelere baktı.
Bundan 20 yıl kadar önce, doğu krallığında, şeytani
güzelliğiyle nam salmış kızıyla yaşayan bir kral vardı. Çocuk, annesini
kaybettiği küçük yaştan beri, sarayda, babasının yanında büyük bir özenle yetiştirilmiş,
serpilmiş ve alımlı bir genç kız olmuştu. Bu güzelliği ebedi kılmak isteyen
kral bir yarışma düzenleyerek ülkenin en iyi ressamını seçmiş ve onu kızının
çıplak bir resmini yapmakla görevlendirmişti. Ressam henüz 24 yaşında çok
yakışıklı, sarışın, uzun boylu sırım gibi bir delikanlıydı. Bir kız çocuğununkileri
andıran küçücük, narin, ince ve kemikli elleri vardı. Sanki o ellerle sanat
yapılamaz da o ellerin dokunduğu her şey sanata dönüşürmüş gibi gelirdi
görenlere.
Resmin yapıldığı birkaç gün içerisinde iki genç insan
birbirlerine âşık oldular. Bir gün kız verdiği pozda çırılçıplak olmasının
avantajını da kullanarak ressam çocuğu ayarttı ve hemen oracıkta kendilerini,
hayatlarında şimdiye kadar tattıkları zevklerin en büyüğüyle, birbirlerine
verdiler. Kız ressama en değerli varlığını, ruhunun ve vücudunun en
zedelenebilir, en ince kısmını gönlünden koparak hediye etti.
Günler birbirini kovaladı ve resim her geçen gün biraz
daha tamamlandı, mükemmelleşti. Bunda tabii ki her resim seansının başında,
ortasında ve sonunda yaşadıkları aşk ve şehvet dolu anlar da büyük bir rol
oynadı. Resim, tamamlandığında, büyük bir farkla, kraliyette yapılmış en güzel,
en aşk dolu, kısaca en muhteşem tablo oldu. Kral ressamı bir kese altınla
ödüllendirip övgü dolu sözlerle sarayın kapısına kadar bizzat giderek yolcu
etti.
Ressamın saraydan ayrılmasının üzerinden henüz birkaç gün
geçmişti ki, kızın, dadısıyla beraber yetiştirdikleri baharatlara bakarken
korkunç şekilde midesi bulandı ve gözleri karardı, ardından dadısının kucağına
düştü. Bu olaydan sonra, zaten kızın hareketlerinden bir süredir şüphelenmekte
olan dadı, kızın hamile olduğunu anladı ve bunu hemen kralın kulağına
fısıldadı. Kral fakir bir ressam parçasından bir torununun olamayacağını
söyleyerek çok kızdı. Önce kızını öldürtmek istedi ama bir kral acele karar
vermezdi, bir süre düşündükten sonra, kızı, ülkenin, sonsuz ormanları ve çok az
bir nüfusu olan en kuzey bölgesine gönderdi. Doğumdan sonra da kızın, hiç
kullanılmamış hale getirilmesini buyurdu.
Dokuz ay sonra kız, güzel mi güzel, babasınınkiler gibi
minnacık zarif kız çocuğu elleri olan sarışın bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi.
Çocuğu üç ay emzirdikten sonra kralın tayin ettiği bakıcılara bırakıp dokunulmamışlık
tedavisini oldu. Ardından da hiçbir şey olmamış gibi tekrar saraya döndü. Ve
birkaç yıl kayda değer bir olay olmadan babasıyla yaşadı.
Günlerden bir gün merkez krallığında sonsuz şeytani
güzelliğiyle nam salmış diğer bir kadın olan kraliçe, saray çalışanlarının, onun
bir bakışından etkilenerek kendilerini kaybedip, onunla, hep beraber, topluca
cinsel ilişkiye girmeleri sonucu ölmüştü. Tabii ki kral cinsel organlarını
kestirerek tüm erkek çalışanlarını saraydan kovmuştu.
Ama nafile, belki de dünyanın en güzeli olan kızı Pamuk Prenses
için ki bu isim ona doğduğunda teninin saf beyazlığı nedeniyle verilmişti, bir
anneye, kendisi için bir eşe ve ülkesi için de bir
kraliçeye ihtiyaç duyuyordu. Bir süre durumu değerlendiren kral, kendi
ülkesinde ve komşu ülkelerde bir kraliçe aradığına dair ferman çıkardı. Bunu
duyan doğu kralı vakit geçirmeden kızının yanına getirilmesini buyurdu. Gelen
kızına, yanına bir sandık dolusu altın ve mücevher alarak hemen komşu krallığa
gidip kendisini krala, kraliçe adayı olarak sunmasını istediğini söyledi.
Zaten kraliçe olma hayaliyle yanan şeytani prenses,
babasının sözüne uyarak ertesi gün güneşin doğuşuyla kraliyet arabasını
hazırlattı ve yola koyuldu. Üç gün üç gece yolculuktan sonra güneşli bir sabah
vakti nihayet merkez krallığının sarayına vardı. Kızın methini duymuş ve
anlatılanlardan hemen tanımış olan muhafızlar onu önce Şam ipeğinden kırmızı
bir halının üzerinden, sedefli ve kehribarlı saray kapısından, ardından da
büyük bir ihtişamla döşenmiş saray koridorlarından geçirerek kralın huzuruna çıkardılar.
Kızın, ölen karısınınkine benzeyen ama daha da şeytani olan güzelliğini gören
kral, ilk görüşte tutuldu ve ona kraliçelik tacını teklif etti. Tabii ki kız
teklifi o anda kabul etti ve düğün hazırlıkları başladı. Birkaç hafta sonra
kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlendiler ve büyük bir devlet töreniyle
kıza kraliçelik tacı takıldı.
Daha doğu krallığının kuzeyindeyken fal baktırmak için yeni
doğmuş oğluyla beraber gittiği bir büyücü, kıza bir de sihirli ayna satmıştı. Bedel
olarak da o henüz dokunulmamışlık tedavisi olmamışken, bedenini birkaç
saatliğine kendi amaçları için kullanmıştı. Bu ayna kıza, her gün sorulduğunda
ülkenin en seksi kızının kendisi olduğunu söylüyordu. Kız bu aynayı çok sevmiş
ve beraberinde getirmişti.
Aradan yıllar geçti, kralın küçük kızı büyüdü, serpildi,
annesi gibi çok güzel ve belki de daha da şeytani bir genç kız oldu. Küçük kızın 16’ncı yaş günüydü; kraliçe her
sabah olduğu gibi yine sordu aynasına “Ayna ayna sırrım sende, kimdir benden
seksi bu ülkede?”. Ayna cevapladı, “En
seksi tabii ki sizsiniz kraliçem ama sizi geçebilecek seksilikte olan bir de
Pamuk Prenses var”. Bunu duyan kraliçe çok sinirlendi ve aynayı odanın diğer
tarafına fırlattı, neyse ki ayna oradaki sedirin üzerine düştü ve kırılmadı.
Kraliçe hemen sarayın avcısını özel bir görüşme için kraliyet kütüphanesine
çağırdı. Avcı kendi halinde ama güçlü kuvvetli, yakışıklı genç bir adamdı.
Kraliçe ona kızı ormana götürüp öldürmesini ve bunun kanıtı olarak da kalbini
çıkartıp getirmesini söyledi. Bunu duyan avcı bu emre uyamayacağını, eğer kulağına
giderse, kralın kafasını kestireceğini söyledi. Bunun üzerine kraliçe üstündeki
giysileri oracıkta çıkarttı. Avcıya, şeytani güzellikteki vücudunu ve elinde
tuttuğu 10 kese altını sundu. Bu hediyelerin cazibesine dayanamayan avcı
kraliçenin şehvetle titreyen vücuduyla birleştikten sonra altınları alarak
gitti.
Avcı vakit geçirmeden Pamuk Prensesi buldu ve onun doğum
günü pastası için birlikte orman çileği toplamaya gideceklerini söyledi. Zaten
iyi davranışlarıyla saray çalışanlarının gönlünde taht kurmuş cıvıl cıvıl bir
genç kız olan prenses bu teklifi büyük bir sevinçle hemen kabul etti. Seyise haber
salındı ve atlar eyerletildi. Atlara atlayıp saraydan ve kısa bir süre sonra da
şehirden uzaklaştılar. Üç saat kadar, hiç konuşmadan, yemyeşil kırlar ve
ormanlarda yol aldılar. Sonunda avcı, çileklerin bulunduğu yere geldiklerini
söyledi ve atlarından indiler.
Avcı, kraliçeden aldığı emri prensese söylediğinde
prenses yaşayamadıklarının üzüntüsünü ruhunun ve vücudunun en derin noktalarında
hissetmesine karşın avcıya hiçbir şey fark ettirmedi. Cesurca bluzunun yakasını
iki tarafından çekerek ve tüm düğmelerini kopartarak açtı, kalbini çıkartması
için avcıyı yanına çağırdı. Genç kızın bu esnada ortaya çıkan, dalından
koparılmayı bekleyen, yeni olgunlaşmış şeftaliler gibi pembeleşmiş diri dolgun
ve körpe göğüsleri avcıyı cezbetti. O anda ikisi de kraliçenin emrinin yerine
getirilemeyeceğini anladılar. Avcı, genç kıza hemen orada sahip oldu, onun
şimdiye kadar sakladığı en değerli varlığı olan bekâretini bir nevi rüşvet
olarak aldı ve kraliçeye bir ceylan kalbi götüreceğini söyledi. Ardından atları
da alarak oradan uzaklaştı.
Yalnız başına ormanda ne yapacağını bilmeyen prenses,
saatlerce nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Sonunda uzakta bir kulübe gördü ve
oraya doğru gitti. Kulübeye vardığında kapıyı çaldı, kapıya bakan kimse
olmadığı için kapıyı itti, zaten kilitli olmayan kapı açıldı. Daha evin
girişinde içeride büyük bir dağınıklık olduğunu fark eden prenses, içeri
girerek evi düzenlemeye ve temizlemeye girişti. Yemek odasında uzun bir masa ve
yedi küçük sandalye vardı. Bu arada
aklına ev sahipleri için yemek pişirmek geldi ve mutfağa gitti. Orada da yedi
tabak, yedi çatal, yedi kaşık ve yedi bıçak gördü. İlk olarak onları ve kirli
tencereleri yıkadı, ardından ocağa güzel bir yemek koydu ve temizlik işine
devam etti. Son olarak da yatak odasına gitti ve orada da yedi küçük yatak
buldu. Çarşafları değiştirdi, yatakları yaptı, odayı tertemiz temizledi ve
kirli çarşafları yıkayıp bahçeye astı. Bu arada yemek de olmuştu, mutfağa gitti
ve ocağı söndürdü, “Oturup ev sahiplerini bekleyeyim” diyerek yemek odasına
gitti ve o anda ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Gözleri kapanıyordu. Atlattığı
ölüm tehlikesi, avcıyla yaşadığı ilk cinsel tecrübesi, saatlerce yürümek ve
ardından temizlik yapmaktan duyduğu yorgunluktan, hemen oracıkta kendini
masanın üzerine attı ve hayatının en derin uykusuna daldı.
Uyandığında çevresinin keyiften ağızları kulaklarına
varan cücelerle sarılmış olduğunu gördü. Onları sevgiyle selamladı,
giysilerinin çıkmış ve vücudunun yapışkan bir sıvıyla kaplanmış olduğunu fark ederek,
hemen kalktı ve banyoya koştu. Günün son temizlik işi olarak da kendini bir
güzel yıkadı. Banyodan çıkınca aç bekleyen cücelere yemek servisini yaptı. Hep
beraber güle eğlene akşam yemeklerini yediler. Karnı doyan cüceler yemekten
sonra hemen işe koyuldular, prenses için, boyuna uyan ve birkaç cücenin de
sığabileceği genişlikte ahşap bir yatak yaptılar. Samanlıktan saman getirip
çuvallara doldurdular, böylece yatağın şiltesi de tamamlandı. En değerli
varlıklarına yatak yapabilmek için gece yarısına kadar çalışmışlardı. Ardından
hepsi birbirlerine iyi geceler dileyerek bitap bir şekilde derin uykularına
daldılar.
Ertesi gün sarayda bir köşeye atmış olduğu aynasını eline
alan kraliçe her gün sorduğu soruyu büyük bir zevk ve umutla tekrar sordu “Ayna
ayna sırrım sende, kimdir benden seksi bu ülkede?”. Ayna ne dese beğenirsiniz,
“En seksi tabii ki sizsiniz kraliçem ama bir de sizden seksi, yedi tepenin
ardında, yedi derenin ötesinde, yedi çınarın arkasındaki ormanda bir kulübede
yedi cüceyle beraber yaşayan Pamuk Prenses var”. Buna çok kızan kraliçe hemen bir plan yaptı. Önce,
oğlunu yıllar önce bırakmış olduğu doğu krallığının en kuzeyine gitti ve onu
buldu. Küçük prens büyümüş, serpilmiş, babası gibi küçücük zarif kız çocuğu elleri
olan, çok yakışıklı, sarışın, sırım gibi bir delikanlı olmuştu. Kraliçe planını
oğluna anlattı ve ondan kendisine, tohumlarından bir damla vermesini söyledi.
Oğlan itaat etti; gidip tohumlarını çıkarttı ve bir damlasını cam bir şişe
içinde annesine verdi. Tohumları alan kraliçe hemen saraya döndü. Yolda da
dokuz ay uyutan ve boğaza kaçan bitkinin yapraklarından topladı. Sarayda
yaprakları sıkıp özünü çıkardı ve tohumlarla karıştırdı, sonra da karışımı ince
bir iğne yardımıyla çok güzel görünen kocaman bir muza şırınga etti.
Ertesi sabah gün ağarırken yanına bir sepet muz alarak
yola çıktı, en üste de hazırlamış olduğu çok güzel, kocaman ve zehirli muzu
koydu. Cücelerin kulübesinin önünden yaşlı bir kadın kılığında geçerken
“muzlarım vaar, çok tatlı muzlarım vaar” diye bağırıyordu. Gündüz olduğu için
ormanda çalışan cüceler, evde yoklardı. Sesi duyan prenses merakla dışarı çıktı
ve yaşlı muz satıcısıyla karşılaştı. Yüzünde
en güzel gülümsemesiyle , “Günaydın teyzeciğim” dedi kız. “Günaydın” diyen
yaşlı kadın, “güzel, taze muzlarım var ister misin?” dedi. Kız, “Tabii isterim
ama param yok” dedi. Bunun üzerine kraliçe “Senin güzel yüzüne muzum feda olsun”
diyerek ona en güzel muzunu uzattı.
Hayatında ilk defa muz gören kız onunla ne yapacağını
bilemediği ve her gün kendisiyle beraber olan cücelerin erkeklik organlarına
benzettiğinden onu, hiç tereddüt etmeden yavaşça ıslak karanlığına sürdü. Böylece prensin, muzun içerisindeki tohumları
prensesin rahmine ulaştı. Prenses muzu uzunca bir süre büyük bir zevkle içine
sürmeye devam etti. Bir süre sonra muzun kabuğunun patlamış ve meyveden
sıyrılmış olduğunu fark etti. Onu ıslak karanlığından çıkartarak baktı ve onun
yenebilecek bir şey olduğunu keşfetti. Ardından muzu ısırdı ve bir lokma
kopardı, onu yutmaya çalışırken içindeki bitki özünün etkisiyle lokma boğazına
takıldı ve orada kaldı. Nefes alamayan prenses düşüp bayıldı. Akşam şen şakrak
eve gelen cüceler prensesin ölmüş olduğunu zannettiler ve gönüllerinin sultanı
için hemen camdan bir tabut hazırladılar. Prensesi içine koyarak, evlerinin
önünde hazırladıkları taşın üzerine yerleştirdiler.
Artık hayat cüceler için yine eski, tekdüze haline
dönmüştü. Her gün ormana gidip, odun kesip yakındaki kasabada satıyorlardı. Bu
arada kraliçe de aynasına sormaya devam etti ve ayna da her gün kendisinin ülkedeki
en seksi kadın olduğunu söyledi. Günler, aylar hep böyle sıradan geçti.
Dokuz ay sonra bir yaz günü prens ava çıktı ve uzunca bir
süre atını sürdükten sonra yolunu kaybetti. Bilmeden yedi tepenin ardında, yedi
derenin ötesinde, yedi çınarın arkasındaki ormanda buldu kendini. Bir süre
orada ilerledikten sonra cücelerin kulübesine rastladı. Günlerden Pazar’dı
cüceler çalışmıyorlardı.
Prens cam tabutu ve içinde yatan dünyalar güzeli karnı şişmiş
prensesi hemen gördü. Tabutun kapağındaki buğudan şüphelenen prens kapağı açtı
ve prensesin hala nefes aldığını fark etti. Önce kızı kırmızı dolgun
dudaklarından öptü ve çok hafif de olsa nefes aldığına emin oldu. Öpülen kızın
nefesi hızlandı ve boğazından hırıltılar çıkmaya başladı. Kızın boğazına bir
şey takılmış olduğunu fark eden prens onu çıkartmak için küçücük elinin küçücük
işaret parmağını kızın boğazına soktu ve gördü ki parmakları yapmak istediği iş
için çok kısa kalacak. Prenses prensin daha derine girmek istediğini hissederek
güzel dudaklarını biraz daha araladı. Bunun üzerine prens pantolonunun önünü
açarak erkeklik organını çıkartıp prensesin boğazına soktu, biraz ileri geri
zorlayarak kızın boğazına takılmış olan muzu ileriye itti ve kız öksürüklerle
kendine geldi.
Tohumlarının tadını hemen tanıdığı kurtarıcısına aşk dolu
gözlerle bakan kız çok yakında doğuracağını da anladı ve ona “Götür beni” dedi,
“Yalnız önden gelmek isteyen bir çocuğumuz var ancak arkadan götürebilirsin
beni” diye devam etti. Prens kızın sözünü ikiletmedi ve dediğini yaptı. Bunu
kendine bir işaret kabul eden çocuk yerine, kızın çığlıklarıyla beraber
yemyeşil bir kurbağa fırladı ıslak karanlıktan.
Cüceler kızın uyanmasına çok sevinmişlerdi ama karnından
çıkan ucubeyi lanetlediler, kızı ve ucubesini öldürmeye kalktılar. Bunun
üzerine prens hemen kızı ve kurbağasını atına bindirerek hızla oradan uzaklaştı.
Onlar böylece muratlarına ermişler midir bilmiyoruz ama
prens, kız ve kızın doğurduğu kurbağa hakkında yazacağımız daha birçok şey
olacağı kesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder