1 Kasım 2014 Cumartesi

Öykü I/III PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELERİN GERÇEK HAYATI

Yazan: Şaman Bayyurt
                                                         
            PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELERİN                                                                             GERÇEK HAYATI
Zevk, şehvet ve açlıktan kocaman açılmış pırıl pırıl gözleri ve şen şakrak kahkahalarıyla erkek keçilere binmiş kendi evlerinin çitinden atlayarak geldiler yedi cüceler. Bahçedeki dağınıklık toplanmış, çamaşır yıkanmış ve bahçedeki ipe asılmış, sokak kapısı da açık bırakılmıştı. İçeriden mis gibi yemek kokuları geliyordu. Eve girdiklerinde ilk önce arkalarında bıraktıkları cüce dağınıklığının toplanmış ve evin köşe bucak temizlenmiş olduğunu fark ettiler. Yemek odasına geçtiklerinde ise boyuna uygun bir yer bulamadığı için, yorgunluktan bitap düşünce uyumak için kendini yemek masasının üstüne atmış dünyalar güzeli bir kızı en derin uykusunda buldular. Yüzü, saçları, hele dolgun, kıpkırmızı dudakları çok güzeldi.
Cücelerden biri, hemen elini kızın göğüslerine attı ve bir süre okşayıp sıktıktan sonra büyük bir memnuniyetle en şehvetli cüce narasını savurdu. Bunu gören bir diğeri, kızın kaba etlerini yokladı. Oradaki güzel yuvarlaklık ve aralarındaki küçük, ıslak karanlık cücenin vücudunda karşı konulmaz bir hareketliliğe ve kalbinin göğsünden fırlayacakmışçasına hızlı atmasına yol açtı, bu kez nara çok daha derinden geldi. Cüceler birbirlerine baktılar ve hep bir ağızdan “Onda bir kadında aradığımız her şey var.” diye çığlık attılar. Kızı, kendilerine cücelik hayatlarında, bunca yıldır çektikleri sıkıntılar ve acılara bedel olarak tanrının gönderdiği bir armağan zanneden cüceler hiç durmadılar ve hemen işe koyuldular. Belki de hayatının en derin uykusunda olan kızın vücudunun tüm açıklıklarına, şimdi sertleşmiş olan ve kalplerinin ritmiyle güm güm atan cüce uzuvlarını defalarca soktular ve çıkardılar. Bir süre sonra kız cücelerin yorgun düşüp harekete son vermeleri nedeniyle uyandı ve dünyanın en sevimli gülümsemesiyle cücelere baktı.
Bundan 20 yıl kadar önce, doğu krallığında, şeytani güzelliğiyle nam salmış kızıyla yaşayan bir kral vardı. Çocuk, annesini kaybettiği küçük yaştan beri, sarayda, babasının yanında büyük bir özenle yetiştirilmiş, serpilmiş ve alımlı bir genç kız olmuştu. Bu güzelliği ebedi kılmak isteyen kral bir yarışma düzenleyerek ülkenin en iyi ressamını seçmiş ve onu kızının çıplak bir resmini yapmakla görevlendirmişti. Ressam henüz 24 yaşında çok yakışıklı, sarışın, uzun boylu sırım gibi bir delikanlıydı. Bir kız çocuğununkileri andıran küçücük, narin, ince ve kemikli elleri vardı. Sanki o ellerle sanat yapılamaz da o ellerin dokunduğu her şey sanata dönüşürmüş gibi gelirdi görenlere.
Resmin yapıldığı birkaç gün içerisinde iki genç insan birbirlerine âşık oldular. Bir gün kız verdiği pozda çırılçıplak olmasının avantajını da kullanarak ressam çocuğu ayarttı ve hemen oracıkta kendilerini, hayatlarında şimdiye kadar tattıkları zevklerin en büyüğüyle, birbirlerine verdiler. Kız ressama en değerli varlığını, ruhunun ve vücudunun en zedelenebilir, en ince kısmını gönlünden koparak hediye etti.
Günler birbirini kovaladı ve resim her geçen gün biraz daha tamamlandı, mükemmelleşti. Bunda tabii ki her resim seansının başında, ortasında ve sonunda yaşadıkları aşk ve şehvet dolu anlar da büyük bir rol oynadı. Resim, tamamlandığında, büyük bir farkla, kraliyette yapılmış en güzel, en aşk dolu, kısaca en muhteşem tablo oldu. Kral ressamı bir kese altınla ödüllendirip övgü dolu sözlerle sarayın kapısına kadar bizzat giderek yolcu etti.
Ressamın saraydan ayrılmasının üzerinden henüz birkaç gün geçmişti ki, kızın, dadısıyla beraber yetiştirdikleri baharatlara bakarken korkunç şekilde midesi bulandı ve gözleri karardı, ardından dadısının kucağına düştü. Bu olaydan sonra, zaten kızın hareketlerinden bir süredir şüphelenmekte olan dadı, kızın hamile olduğunu anladı ve bunu hemen kralın kulağına fısıldadı. Kral fakir bir ressam parçasından bir torununun olamayacağını söyleyerek çok kızdı. Önce kızını öldürtmek istedi ama bir kral acele karar vermezdi, bir süre düşündükten sonra, kızı, ülkenin, sonsuz ormanları ve çok az bir nüfusu olan en kuzey bölgesine gönderdi. Doğumdan sonra da kızın, hiç kullanılmamış hale getirilmesini buyurdu.
Dokuz ay sonra kız, güzel mi güzel, babasınınkiler gibi minnacık zarif kız çocuğu elleri olan sarışın bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Çocuğu üç ay emzirdikten sonra kralın tayin ettiği bakıcılara bırakıp dokunulmamışlık tedavisini oldu. Ardından da hiçbir şey olmamış gibi tekrar saraya döndü. Ve birkaç yıl kayda değer bir olay olmadan babasıyla yaşadı.
Günlerden bir gün merkez krallığında sonsuz şeytani güzelliğiyle nam salmış diğer bir kadın olan kraliçe, saray çalışanlarının, onun bir bakışından etkilenerek kendilerini kaybedip, onunla, hep beraber, topluca cinsel ilişkiye girmeleri sonucu ölmüştü. Tabii ki kral cinsel organlarını kestirerek tüm erkek çalışanlarını saraydan kovmuştu.
Ama nafile, belki de dünyanın en güzeli olan kızı Pamuk Prenses için ki bu isim ona doğduğunda teninin saf beyazlığı nedeniyle verilmişti, bir anneye, kendisi için bir eşe ve ülkesi için de bir kraliçeye ihtiyaç duyuyordu. Bir süre durumu değerlendiren kral, kendi ülkesinde ve komşu ülkelerde bir kraliçe aradığına dair ferman çıkardı. Bunu duyan doğu kralı vakit geçirmeden kızının yanına getirilmesini buyurdu. Gelen kızına, yanına bir sandık dolusu altın ve mücevher alarak hemen komşu krallığa gidip kendisini krala, kraliçe adayı olarak sunmasını istediğini söyledi.
Zaten kraliçe olma hayaliyle yanan şeytani prenses, babasının sözüne uyarak ertesi gün güneşin doğuşuyla kraliyet arabasını hazırlattı ve yola koyuldu. Üç gün üç gece yolculuktan sonra güneşli bir sabah vakti nihayet merkez krallığının sarayına vardı. Kızın methini duymuş ve anlatılanlardan hemen tanımış olan muhafızlar onu önce Şam ipeğinden kırmızı bir halının üzerinden, sedefli ve kehribarlı saray kapısından, ardından da büyük bir ihtişamla döşenmiş saray koridorlarından geçirerek kralın huzuruna çıkardılar. Kızın, ölen karısınınkine benzeyen ama daha da şeytani olan güzelliğini gören kral, ilk görüşte tutuldu ve ona kraliçelik tacını teklif etti. Tabii ki kız teklifi o anda kabul etti ve düğün hazırlıkları başladı. Birkaç hafta sonra kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlendiler ve büyük bir devlet töreniyle kıza kraliçelik tacı takıldı.
Daha doğu krallığının kuzeyindeyken fal baktırmak için yeni doğmuş oğluyla beraber gittiği bir büyücü, kıza bir de sihirli ayna satmıştı. Bedel olarak da o henüz dokunulmamışlık tedavisi olmamışken, bedenini birkaç saatliğine kendi amaçları için kullanmıştı. Bu ayna kıza, her gün sorulduğunda ülkenin en seksi kızının kendisi olduğunu söylüyordu. Kız bu aynayı çok sevmiş ve beraberinde getirmişti.
Aradan yıllar geçti, kralın küçük kızı büyüdü, serpildi, annesi gibi çok güzel ve belki de daha da şeytani bir genç kız oldu.  Küçük kızın 16’ncı yaş günüydü; kraliçe her sabah olduğu gibi yine sordu aynasına “Ayna ayna sırrım sende, kimdir benden seksi bu ülkede?”.  Ayna cevapladı, “En seksi tabii ki sizsiniz kraliçem ama sizi geçebilecek seksilikte olan bir de Pamuk Prenses var”. Bunu duyan kraliçe çok sinirlendi ve aynayı odanın diğer tarafına fırlattı, neyse ki ayna oradaki sedirin üzerine düştü ve kırılmadı. Kraliçe hemen sarayın avcısını özel bir görüşme için kraliyet kütüphanesine çağırdı. Avcı kendi halinde ama güçlü kuvvetli, yakışıklı genç bir adamdı. Kraliçe ona kızı ormana götürüp öldürmesini ve bunun kanıtı olarak da kalbini çıkartıp getirmesini söyledi. Bunu duyan avcı bu emre uyamayacağını, eğer kulağına giderse, kralın kafasını kestireceğini söyledi. Bunun üzerine kraliçe üstündeki giysileri oracıkta çıkarttı. Avcıya, şeytani güzellikteki vücudunu ve elinde tuttuğu 10 kese altını sundu. Bu hediyelerin cazibesine dayanamayan avcı kraliçenin şehvetle titreyen vücuduyla birleştikten sonra altınları alarak gitti.
Avcı vakit geçirmeden Pamuk Prensesi buldu ve onun doğum günü pastası için birlikte orman çileği toplamaya gideceklerini söyledi. Zaten iyi davranışlarıyla saray çalışanlarının gönlünde taht kurmuş cıvıl cıvıl bir genç kız olan prenses bu teklifi büyük bir sevinçle hemen kabul etti. Seyise haber salındı ve atlar eyerletildi. Atlara atlayıp saraydan ve kısa bir süre sonra da şehirden uzaklaştılar. Üç saat kadar, hiç konuşmadan, yemyeşil kırlar ve ormanlarda yol aldılar. Sonunda avcı, çileklerin bulunduğu yere geldiklerini söyledi ve atlarından indiler.
Avcı, kraliçeden aldığı emri prensese söylediğinde prenses yaşayamadıklarının üzüntüsünü ruhunun ve vücudunun en derin noktalarında hissetmesine karşın avcıya hiçbir şey fark ettirmedi. Cesurca bluzunun yakasını iki tarafından çekerek ve tüm düğmelerini kopartarak açtı, kalbini çıkartması için avcıyı yanına çağırdı. Genç kızın bu esnada ortaya çıkan, dalından koparılmayı bekleyen, yeni olgunlaşmış şeftaliler gibi pembeleşmiş diri dolgun ve körpe göğüsleri avcıyı cezbetti. O anda ikisi de kraliçenin emrinin yerine getirilemeyeceğini anladılar. Avcı, genç kıza hemen orada sahip oldu, onun şimdiye kadar sakladığı en değerli varlığı olan bekâretini bir nevi rüşvet olarak aldı ve kraliçeye bir ceylan kalbi götüreceğini söyledi. Ardından atları da alarak oradan uzaklaştı.
Yalnız başına ormanda ne yapacağını bilmeyen prenses, saatlerce nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Sonunda uzakta bir kulübe gördü ve oraya doğru gitti. Kulübeye vardığında kapıyı çaldı, kapıya bakan kimse olmadığı için kapıyı itti, zaten kilitli olmayan kapı açıldı. Daha evin girişinde içeride büyük bir dağınıklık olduğunu fark eden prenses, içeri girerek evi düzenlemeye ve temizlemeye girişti. Yemek odasında uzun bir masa ve yedi küçük sandalye vardı.  Bu arada aklına ev sahipleri için yemek pişirmek geldi ve mutfağa gitti. Orada da yedi tabak, yedi çatal, yedi kaşık ve yedi bıçak gördü. İlk olarak onları ve kirli tencereleri yıkadı, ardından ocağa güzel bir yemek koydu ve temizlik işine devam etti. Son olarak da yatak odasına gitti ve orada da yedi küçük yatak buldu. Çarşafları değiştirdi, yatakları yaptı, odayı tertemiz temizledi ve kirli çarşafları yıkayıp bahçeye astı. Bu arada yemek de olmuştu, mutfağa gitti ve ocağı söndürdü, “Oturup ev sahiplerini bekleyeyim” diyerek yemek odasına gitti ve o anda ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Gözleri kapanıyordu. Atlattığı ölüm tehlikesi, avcıyla yaşadığı ilk cinsel tecrübesi, saatlerce yürümek ve ardından temizlik yapmaktan duyduğu yorgunluktan, hemen oracıkta kendini masanın üzerine attı ve hayatının en derin uykusuna daldı.
Uyandığında çevresinin keyiften ağızları kulaklarına varan cücelerle sarılmış olduğunu gördü. Onları sevgiyle selamladı, giysilerinin çıkmış ve vücudunun yapışkan bir sıvıyla kaplanmış olduğunu fark ederek, hemen kalktı ve banyoya koştu. Günün son temizlik işi olarak da kendini bir güzel yıkadı. Banyodan çıkınca aç bekleyen cücelere yemek servisini yaptı. Hep beraber güle eğlene akşam yemeklerini yediler. Karnı doyan cüceler yemekten sonra hemen işe koyuldular, prenses için, boyuna uyan ve birkaç cücenin de sığabileceği genişlikte ahşap bir yatak yaptılar. Samanlıktan saman getirip çuvallara doldurdular, böylece yatağın şiltesi de tamamlandı. En değerli varlıklarına yatak yapabilmek için gece yarısına kadar çalışmışlardı. Ardından hepsi birbirlerine iyi geceler dileyerek bitap bir şekilde derin uykularına daldılar.
Ertesi gün sarayda bir köşeye atmış olduğu aynasını eline alan kraliçe her gün sorduğu soruyu büyük bir zevk ve umutla tekrar sordu “Ayna ayna sırrım sende, kimdir benden seksi bu ülkede?”. Ayna ne dese beğenirsiniz, “En seksi tabii ki sizsiniz kraliçem ama bir de sizden seksi, yedi tepenin ardında, yedi derenin ötesinde, yedi çınarın arkasındaki ormanda bir kulübede yedi cüceyle beraber yaşayan Pamuk Prenses var”.  Buna çok kızan kraliçe hemen bir plan yaptı. Önce, oğlunu yıllar önce bırakmış olduğu doğu krallığının en kuzeyine gitti ve onu buldu. Küçük prens büyümüş, serpilmiş, babası gibi küçücük zarif kız çocuğu elleri olan, çok yakışıklı, sarışın, sırım gibi bir delikanlı olmuştu. Kraliçe planını oğluna anlattı ve ondan kendisine, tohumlarından bir damla vermesini söyledi. Oğlan itaat etti; gidip tohumlarını çıkarttı ve bir damlasını cam bir şişe içinde annesine verdi. Tohumları alan kraliçe hemen saraya döndü. Yolda da dokuz ay uyutan ve boğaza kaçan bitkinin yapraklarından topladı. Sarayda yaprakları sıkıp özünü çıkardı ve tohumlarla karıştırdı, sonra da karışımı ince bir iğne yardımıyla çok güzel görünen kocaman bir muza şırınga etti.
Ertesi sabah gün ağarırken yanına bir sepet muz alarak yola çıktı, en üste de hazırlamış olduğu çok güzel, kocaman ve zehirli muzu koydu. Cücelerin kulübesinin önünden yaşlı bir kadın kılığında geçerken “muzlarım vaar, çok tatlı muzlarım vaar” diye bağırıyordu. Gündüz olduğu için ormanda çalışan cüceler, evde yoklardı. Sesi duyan prenses merakla dışarı çıktı ve yaşlı muz satıcısıyla karşılaştı.  Yüzünde en güzel gülümsemesiyle , “Günaydın teyzeciğim” dedi kız. “Günaydın” diyen yaşlı kadın, “güzel, taze muzlarım var ister misin?” dedi. Kız, “Tabii isterim ama param yok” dedi. Bunun üzerine kraliçe “Senin güzel yüzüne muzum feda olsun” diyerek ona en güzel muzunu uzattı.
Hayatında ilk defa muz gören kız onunla ne yapacağını bilemediği ve her gün kendisiyle beraber olan cücelerin erkeklik organlarına benzettiğinden onu, hiç tereddüt etmeden yavaşça ıslak karanlığına sürdü.  Böylece prensin, muzun içerisindeki tohumları prensesin rahmine ulaştı. Prenses muzu uzunca bir süre büyük bir zevkle içine sürmeye devam etti. Bir süre sonra muzun kabuğunun patlamış ve meyveden sıyrılmış olduğunu fark etti. Onu ıslak karanlığından çıkartarak baktı ve onun yenebilecek bir şey olduğunu keşfetti. Ardından muzu ısırdı ve bir lokma kopardı, onu yutmaya çalışırken içindeki bitki özünün etkisiyle lokma boğazına takıldı ve orada kaldı. Nefes alamayan prenses düşüp bayıldı. Akşam şen şakrak eve gelen cüceler prensesin ölmüş olduğunu zannettiler ve gönüllerinin sultanı için hemen camdan bir tabut hazırladılar. Prensesi içine koyarak, evlerinin önünde hazırladıkları taşın üzerine yerleştirdiler.
Artık hayat cüceler için yine eski, tekdüze haline dönmüştü. Her gün ormana gidip, odun kesip yakındaki kasabada satıyorlardı. Bu arada kraliçe de aynasına sormaya devam etti ve ayna da her gün kendisinin ülkedeki en seksi kadın olduğunu söyledi. Günler, aylar hep böyle sıradan geçti.
Dokuz ay sonra bir yaz günü prens ava çıktı ve uzunca bir süre atını sürdükten sonra yolunu kaybetti. Bilmeden yedi tepenin ardında, yedi derenin ötesinde, yedi çınarın arkasındaki ormanda buldu kendini. Bir süre orada ilerledikten sonra cücelerin kulübesine rastladı. Günlerden Pazar’dı cüceler çalışmıyorlardı.
Prens cam tabutu ve içinde yatan dünyalar güzeli karnı şişmiş prensesi hemen gördü. Tabutun kapağındaki buğudan şüphelenen prens kapağı açtı ve prensesin hala nefes aldığını fark etti. Önce kızı kırmızı dolgun dudaklarından öptü ve çok hafif de olsa nefes aldığına emin oldu. Öpülen kızın nefesi hızlandı ve boğazından hırıltılar çıkmaya başladı. Kızın boğazına bir şey takılmış olduğunu fark eden prens onu çıkartmak için küçücük elinin küçücük işaret parmağını kızın boğazına soktu ve gördü ki parmakları yapmak istediği iş için çok kısa kalacak. Prenses prensin daha derine girmek istediğini hissederek güzel dudaklarını biraz daha araladı. Bunun üzerine prens pantolonunun önünü açarak erkeklik organını çıkartıp prensesin boğazına soktu, biraz ileri geri zorlayarak kızın boğazına takılmış olan muzu ileriye itti ve kız öksürüklerle kendine geldi.
Tohumlarının tadını hemen tanıdığı kurtarıcısına aşk dolu gözlerle bakan kız çok yakında doğuracağını da anladı ve ona “Götür beni” dedi, “Yalnız önden gelmek isteyen bir çocuğumuz var ancak arkadan götürebilirsin beni” diye devam etti. Prens kızın sözünü ikiletmedi ve dediğini yaptı. Bunu kendine bir işaret kabul eden çocuk yerine, kızın çığlıklarıyla beraber yemyeşil bir kurbağa fırladı ıslak karanlıktan.
Cüceler kızın uyanmasına çok sevinmişlerdi ama karnından çıkan ucubeyi lanetlediler, kızı ve ucubesini öldürmeye kalktılar. Bunun üzerine prens hemen kızı ve kurbağasını atına bindirerek hızla oradan uzaklaştı.
Onlar böylece muratlarına ermişler midir bilmiyoruz ama prens, kız ve kızın doğurduğu kurbağa hakkında yazacağımız daha birçok şey olacağı kesin.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder