31 Aralık 2014 Çarşamba

Müzik notalarının frekansları nasıl saptanmıştır.

Aslında durum tam tersidir. Önce gamlar oluşmuş sonradan bilimsel yani fiziksel açıklamaları bulunmuştur. Bu konuda çok yazdım ama titreşen bir tel tek bir modda yani frekansta titreşmez. 

Müzik

Öncelikle tel kendisi tam boy olarak titreşir, buna 1. Armonik deriz ki telin ana ve en kuvvetli sesi odur. Telin ikinci modu aynı zamanda ortasından bölünmüş gibi titreşimidir. Bu titreşim daha az duyulsa da oluşur, gitarda 12. Perdenin üstündeki flageolet notaya tekabül eder. Bu durumda frekans iki katına çıkmış, titreşen tel boyutu da yarıya inmiştir. Bu oktav dediğimiz gamın 8. Sesini verir. Aynı tonun bir oktav yükseğidir. Tel aynı zamanda 3'e bölünmüş olarak da titreşir, bu da oktav + beşlidir. Yani eğer La'dan yola çıkarsak akorun ikinci sesi olarak Mi'yi verir. Tel bu durmaz dörde bölünmüş olarak da titreşir, bu durum da ikinci oktavı verir. Aynı tel aynı anda beşe bölünmüş olarak da titreşir ki bu da 2. Oktav + majör 3'lüyü verir. Yani La'dan yola çıkarak önce 5. Ton Mi'yi elde ettik, şimdi de La majörün 3. Tonu Do diyezi elde etmiş oluruz. Telin 6'ya bölünmüş hali ikinci oktav + 5'liyi verir ki bu daha önce elde ettiğimiz Mi sesidir. 7'ye bölünmüş hali akorun küçük yedilisini verir ki bu da La majör akoruna ekleyeceğimiz Sol sesidir. Buraya kadar majör gamlardı. Minör gamlarda olan olay gamın üçlüsünün modüle edilmesi yani diyatonal sistemde yarım ton pesleştirilmesidir ki bu da naturel minörü oluşturur. Bu işlemi 17. Ve 18. Yüzyıllarda kilise resmileştirmiştir. Yine de akraba majör gamlarla minör gamlar da aslında aynı gamlardan çıkarlar. Yani minör gamların tümü de bir telin armoniklerinde mevcuttur. Örnek verecek olursak. Bir Do majör gamı; 
Do Re Mi Fa Sol La Si Do'dur. 

Bu gamı La'dan başlayarak çalarsak tamamen aynı seslerle La minör gamına ulaşırız. 

Do Re Mi Fa Sol La Si Do Re Mi Fa Sol La şeklinde. Aynı seslerden oluşan majör ve minör gamlara akraba gamlar deriz. 
Müzik
Bunlar piyanoda çok daha iyi duyulabilir hatta Bach'ın başlattığı Wohltemperierter Klavier akort şekli piyanolarda akordun tam tonlara değil de çıkrattıkları armonik yoğunluğuna göre yapılmasına neden olur. Diğer tür akort etme düz akorttur ve her tel matematiksel olarak tam olması gereken frekansa akort edilir. Bach'ın sisteminde ise Her tuşun üçlüsü en yoğun armoniği çıkartacak şekilde yani hafifçe kaydırılmış şekilde akort edilir. Sonraları üçlü yerine beşliyle tuşları eşleştiren akort teknikleri de gelişmiştir. 

Bu platformda bu konuda bolca yanıtım var, merak eden, arayan bulur. Kısacası sesler aslında doğal, matematik ve fizikle Pisagor'dan beri aralarındaki ilişki inceleniyor. Varılan kanaat gam seslerinin hemen hepsinin temel sesin armonikleri olduğu. Tabii bundan Bach'ın Wohltemperierung akort şeklini ve Pisagor komasını ayrı tutarsak. Pisagor koması hakkında da bir yanıtım olmalı burada. 

Müzikle kalın

Ölümden sonra yaşam...

Tabii ki vardır.
Eğer gömülürseniz çürür toprak olursunuz, o toprak bitkileri, solucanları besler ve onların hücrelerinde tekrardan hayat bulur. O bitkileri yiyen hayvanı yiyen insanın hücrelerinde bile yeniden can bulmanız mümkündür. Hani diyelim başka bir ülkede öldünüz ve cesedinizin yakılmasını istediniz. O durumda da vücudunuzun çoğu karbondioksite dönüşür ve yine bitki hücrelerinde can bulur. Yaşam derken aynı vücut içinde ya da aynı görünümde ama vücutsuz olarak olandan bahsediyorsanız neredeyse tüm dinlerde o da mevcut. Sanırım sınırlama koyan tek din Budizm. Budizm'de insan ruhunu kemale erdirebildikten sonra gerçekten ölür ve artık Buda olur ve tekrardan yaşamaya devam etmez. Gerçi Budizm'de de yaşam enerjiniz evrenin enerjisine karışıp enerji olarak yaşamaya devam eder. Sonuçta inanana, inanmayana herkes için ölümden sonra yaşam mevcut.

Çevreye duyarlılık nasıl arttırılabilir.

  • Evden işe, işten eve otomobille gidenleri araçlarını paylaşmaya yönlendirebilirsiniz. Mesela bu hafta hafta bölüşülebilir. Bunun için İnternet'de mail grubu, Facebook grubu gibi iletişim kanalları organize edilebilir.
  • Çevreye en zararlı maddelerden bir çoğu ambalaj malzemeleri. Plastik poşet yerine file kullanımını teşvik edebilirsiniz. Hatta bu konuyu büyük süpermarketlerle konuşup belki de filelerin maliyetine verilmesini sağlayabilirsiniz. Bedava olursa kimse alışverişe giderken yanına almaz.
  • Yine ambalaj konusuna gelince açık satılan ürünlerin tüketimini teşvik edebilirsiniz ama hile, hurda, pisliğin diz boyu olduğu yurdumuzda bu tutar mı, sağlıklı olur mu bilemedim.
  • Su ve diğer içeceklerin cam şişelerdekilerinin tercih edilmesini teşvik edici bir kampanya yapabilirsiniz.
  • Evsel atıkların ayrıştırılmasına yönelik kampanyalar yapabilirsiniz. Ayrıştırma kumbaraları ve ayrıştırılmış çöplerin işleme tesislerine taşınmasını organize etmek gerekir tabii ki. Bu durumda belediye ve tesislerden yardım isteyebilirsiniz.

Türkiye'mizin çevre sorunları.

Çevre sorunlarımızı şu başlıklar altında inceleyebiliriz:
  • Hava Kirliliği
  • Su kirliliği
  • Toprak Kirliliği
  • Sanayi
  • Çevresel Tahribat
  • Katı Atıklar
  • Gürültü
Hava Kirliliği: Ülkemizin yarısından çoğu hava kirliliğinden muzdariptir. Bunun en önemli sorumluları kontrolsüz sanayi, evlerde hala kömür yakılıyor olması ve tabii ki ağır karayolu trafiğidir. Çevre Bakanlığının verilerine göre Hava Kirliliği 33 ilimizde birincil öncelikli sorundur. Bakanlık bu kirlilik için küresel ısınmayı ana neden olarak görmektedir. Kirliliğin giderilememesini de en önemliden en önemsize toplumda bilinç eksikliği, mali imkansızlıklar, yeterli denetim yapılamaması, kaliteli yakıt teminindeki zorluklar, kurumsal ve yasal eksiklikler ve ateşçilerin eğitimsiz olmasına bağlamaktadır. 

Su kirliliği: Yeraltı sularımızın kirlenmesinin nedenleri; zirai faaliyetler, evsel atık sular, evsel katı atıklar, deniz suyu girişimi ve sanayi olarak gösteriliyor. Bu tür kirlilik 22 ilimizde birinci öncelikli sorundur. Birincil neden olan evsel atık sular uygar ülkelerde arıtma tesislerine götürülür ve temizlenerek akarsulara verilir. Yurdumuzda ise içme suyumuzu bile arıtacak tesisler yeterli miktar ve kapasitede değildir. Yüzeysel suların kirliliğinin nedenleri de öncelikli olarak evsel atık sular, evsel atıklar, zirai faaliyetler, sanayi atıkları, deniz-göl taşımacılığı olarak sıralanıyor ki yine arıtma tesislerine olan ihtiyacımız görünüyor. Bunu zaten bakanlık da böyle sıralamış; evsel atık sular için arıtma tesislerinin olmaması, kanalizasyon şebekelerinin olmaması ya da yetersiz olması, fosseptik çukurlarının kalitesiz inşa edilmesi, küçük sanayilerde toplu arıtma olmaması, zirai mücadele ilaçlarının bilinçsizce kullanımı, kimyasal gübre kullanımı... bu liste uzun, arıtma tesisindeki görevli personelin yetersiz olmasına kadar varıyor.

Toprak kirliliği: Bunun nedenleri de şöyle sıralanıyor: Vahşi depolanan evsel atıklar, plansız kentleşme, sanayi kaynaklı atık boşaltımı, aşırı gübre kullanımı, aşırı tarım ilacı kullanımı.

Katı Atıklar (evsel ve sanayi): Bu kirlilik türü 23 ilimizde birincil öncelikli kirliliktir. Tabii evsel atıkların gerektiği gibi depolanmaması, onların ayrıştırılıp geri dönüştürülmemesi. Bu tür kirliliğin artmasını körüklemektedir. Bunlar zaten kendi başlarına çevresel bir sorundur ama buna bağlı sorunlar da oluşmaktadır: Koku problemi, toprak kirliliği, yüzey sularının kirlenmesi, estetik görüntünün bozulması, doğal hayata olumsuz etkisi, yeraltı sularının kirlenmesi, metan gazı sıkışması sonucu olabilecek patlamalar ya da yüklü miktarda atmosfere salınan metan gazı, haşaratın artması. 

Çevresel Tahribat: Her yıl çıkan büyük ölçekli yangınlar, genellikle müteahhitlerin doymak bilmez açlığı nedeniyle kasten ya da sadece sıcaktan. Kıyı şeritlerimizin betonlaştırılması.

Gürültü Kirliliği zaten büyük şehirlerde yaşayanlarımızın hepsinin bildiği malum nedenlerden, araç trafiği, inşaatlar, tadilatlar, eğlence merkezleri, imalathane ve fabrikalar, düğün vb..

Bu problemlerini hemen hepsini çözmek için devlet yetersiz ama çeşitli tedbirler almaktadır. Yine de atık sudan oluşan problemler hariç diğer tüm problemler halkın daha bilinçli olmasıyla çözülemese de fazlaca hafifletilebilirler. Sonuçta bu sorunları çözmüş devletlerin halkları gerçekten bu sorunlara karşı önlem almaktadır, halk bilinçsiz oldukça ve tüm bu çözümleri devletten beklediği sürece bu sorunlar çözülmez.


Neler yapabiliriz:
  • Çöplerimizi ayrıştırabiliriz; metal, kağıt, plastik, cam değerli ham maddelerdir tamamen geri kazanılabilirler. Bunları ayrı ayrı paketleyip ya kumbaralara atabiliriz ya da en azından bu maddeleri ayrılmış bir şekilde çöpün yanına bırakabiliriz. Çok hoş bir görüntü olmasa da ülkemizde çöpleri karıştırıp bu maddeleri arayan bir çok insan mevcut, bu tutumumuzla hepsi geri kazanılabilir.
  • Bitkisel atıklarımızı varsa bahçenin bir köşesine yığabiliriz, bir sene sonra bahçemiz için süper verimli doğal gübremiz olur. Ne yazık ülkemizde, kentsel kesimde bitkisel atıklar da ayriyeten toplanmıyor, bahçe yoksa çöpe atıp onların ayriyeten toplanmasını devletten bekleyebiliriz.
  • Bataryaları mutlaka kumbaralara atmalıyız.
  • Mutfakta lavaboya dökülen yağlar arıtma tesislerinin en büyük problemidir, onlar da aslında çok güzel geri kazanılabiliyor ama yurdumuzda öyle bir sanayinin olduğunu sanmıyorum. Kullandığımız atık yağları yeniden şişeleyip çöpe atmalıyız.
  • Yol kenarında araba yıkanmamalıdır, sızan yağlar yeraltı sularına karışıp onları içilmez hale getirmektedir.
  • Denize, akarsuya, göle hiçbir şekilde hiçbir çöp atılmamalıdır.
  • Sanırım liste uzayabilir, eklemelerinizi yapınız. C:

30 Aralık 2014 Salı

Duygusal şiddet nedir?

Bağırmak, iğneleyici sözler, kendini kötü hissettiren laf ve cümlelerin kullanılması, hakaretler hepsi duygusal şiddete giriyor. Duygusal şiddet, her şeyden önce maruz kalanın, özgüvenini yok etmeyi amaçlayan çok etkin bir saldırı yöntemi olarak kullanılır. 

Bazı ilişkilerde şaka yollu eleştiriler yapılabilir, hatta bu bir ilgi ifadesi de olabilir; kendi aralarında bir iletişim şeklidir de denebilir. Kişileri yaralayan ise eleştiri ve şakaların ‘aşağılama’ şeklinde ve sürekli, her fırsatta oluşudur. İğneleyici ve aşağılayıcı laflar söylemek özellikle başkalarının yanında azarlamak, tamamen görmemezden gelmek, sürekli eleştirmek ve bu konu ile ilgili konuşmanıza rağmen hiçbir düzelme olmaması, sağlıksız ve düzelmesi hemen hemen imkansız bir ilişki yaşadığınızın göstergesidir. Kendi ruh sağlığınızı korumak ve özgüveninizi kurtarmak için bir an evvel sizi aşağı çeken partnerinizden uzaklaşmayı seçmek en doğrusudur.

Maalesef yıpratıcı ilişkilerin içinde en çok kadınların mağdur olduğu ilişki şekli içinde bir kontrol manyağı olan ilişkidir. Bu tür ilişkilerde bir taraf dominant, kontrolü eline alan otorite sembolüdür. Kararları ve istekleri sorgulanamaz, tartışılamaz. Otoriter taraf kontrolünün dozunu gün geçtikçe arttırır, artık ufacık bir karar bile onun nezaretinde verilir. Ne zaman azarlayacağı, eleştireceği, kızacağı ya da onaylayacağı belli olmayan biri olmaya başlar ve bütün bunları kendi hakkı, sizin beceriksizliğiniz olarak görür. Bir müddet sonra kontrol edilen taraf bu duruma kabullenerek boyun eğmeye başlar. Kontrol bağımlısı ve otoriter tipleri ilişkinin başında anlamak kolaydır çünkü ilk günlerden bu taraflarını gösterirler, fakat bu genellikle görülmek istenmez, hatta çok büyük bir yanlış yapılıp sahiplenilme duygusuyla karıştırılıp ilk zamanlar kadınlar bundan memnun dahi olurlar, fakat zamanla bu hal katlanılmaz bir duruma gelir. Her kişinin bağımsız karar alma hakkı vardır ve kendi hayatının sorumluluğunu taşıması gerektiği için bu tür, kişiliği zedeleyen kişilerden ve ilişkilerden uzak durmak en doğrusudur.


Bu tür şiddet de genellikle erkeklere fatura edilse de kol gücü gerekmediğinden kadınların da başvurduğu sıkça görülür.

29 Aralık 2014 Pazartesi

Türkiye'deki siyasi partileri ve seçim sistemini nasıl değerlendirmeliyiz?

Rusya gibi en feci diktatörlüklere bile baktığınızda seçim barajı %7'dir bizdeki %10 tabii ki demokrasinin işlemesini engellemektedir. Baraj (bizim ülkemiz bir diktatörlük olmadığına göre) %5'in altına çekilir, matematiksel oynamalarla küçük bölgeler oluşturulmaz, oylar çalınmaz, seçimlerde de hileler son bulursa siyasi partiler hakkında bir şey söylenebilir. Şu durumda sadece akapenin hırsız, soysuz, yolsuz, din istismarı yapan, tüm muhaliflerini düşman ilan eden antidemokratik, yobaz bir parti olduğunu söyleyebiliriz. Adil rekabet koşulları sağlandığında diğer partileri de değerlendirme şansımız olacaktır.

Yapıların depreme dayanımı nasıl belirlenir?

Bir yapı olabilecek her şiddette depreme dayanabilir. Öncelikle dayanmak ne demektir? Yapı hiç mi hasar almasın, çatlaklar oluşsun mu yoksa kullanılmaz hale gelsin ama kolonlar ayakta kalsın ve kimse ölmesin mi?

Bunun için TDY Bina Önem Katsayısı Tablosunu kriter olarak sunar... Deprem etkisi bu katsayılarla çarpılır. 
İnşaat

Ardından istatistiki olarak olmuş depremlerden bir etkin yer ivmesi katsayısı elde edilir ve bu deprem bölgelerine atanır: 

İnşaat
Bu kriterlere karar verdikten sonra yapı tasarlanır. O yapı tasarlandığı büyüklükteki depreme önem katsayısına uygun şekilde dayanır.

Bu ülkede yollar neden düzgün yapılmaz? Neden abuk subuk giriş çıkış yapılır, yağmur yağdığında nehir olur göl olur? Daha genel olarak neden bu ülkede insanlar işini düzgün yapmaz?

Her ülkede olduğu gibi bu ülkede de balık baştan kokar. Bu atasözü balığın baştan beri koktuğunu değil kokmaya kafasından başladığını ifade eder. Deprem vergileriyle, oy hırsıyla alelacele yapılan baştan savma yollardan bir performans beklememeniz lazım. En baştaki ve onun altındaki şeylerin gözlerini para bürümüş, yolları halka hizmet olsun diye yaptırmıyorlar. Sadece seçime kadar dayansın ve oy getirsin diye yapıyorlar. 

Yolun en ucuz kısmı asfaltıdır, direnajı, menfezleri, sanat yapıları, su tahliye boruları en önemlisi de gerçekten itinayla sıkıştırılmış altyapısı para eder. Ülkemizi sömüren dolandırıcılar ise altını cacık gibi yapıp üstüne asfalt dökmek suretiyle koyunlardan oy topluyorlar. Altyapısı çürük yol en fazla bir dona kadar yaşar ardından çatlar, içine su dolar ve bir sonraki donda daha da çatlar, daha da fazla su dolar, zaten özensiz seçilmiş altyapı malzemesi suyla erode olur, kavitasyona uğrar, sonuçta boşalır ve yoldaki çukurlar oluşur. Aynı durum sıcak bölgelerde yolda oluşan dalgalanmalar (ondülasyon) şeklinde ortaya çıkar, o dalgalar da en fazla bir sene içinde kırılır. 

Ülke insanı işini düzgün yapmaz diye bir kural yok, kuralsız ortamda tüm ülkelerin insanları işlerini işlerine geldiği gibi yapar. En tepede namuslu yöneticiler olursa ki onu da ancak namuslu insanlar seçebilir, en aşağıya kadar namuslu insanlardan oluşan bir kontrol mekanizması kurulur ve her şey düzgün yapılır. Bakınız Çin, her şeyin çakmasını üreten Çinliler aynı zamanda her şeyin en kalitelisini de kaliteli markalar için üretiyorlar. Bunun tek nedeni kaliteyi sağlayan kontrol mekanizmasıdır.

28 Aralık 2014 Pazar

İneğe tapıyorlar diye güldüğümüz Hintliler dünyanın en büyük yüzen güneş enerjisi santralini yapıyor. Bizimki hala nükleer derdinde!

Güneş enerjisine yatırımlarını artıran Hindistan, çok büyük alan gerektiren enerji santrallerini su üzerine inşa edecek. İlk proje, dünyanın en büyük yüzen santralini yapmak. 


1395

Hindistan, dünyanın en büyük yüzen güneş enerjisi santralini inşa edecek. Batı Bengal eyaletinin başkenti Kalküta'da inşa edilecek 50 MW kapasiteli santral, yerel enerji firması NHPC ile Yenilenebilir Enerji Yüksekokulu'nun işbirliğiyle kurulacak. Maliyetinin 64 ile 72 milyon dolar arasında olması beklenen projede teknik bilgiden yapı malzemelerine ve bütçeye kadar tüm destek Yenilenebilir Enerji Yüksekokulu tarafından karşılanacak.

Hindistan Yeni ve Yenilenebilir Enerji Bakanlığı'nın bütçesini sağladığı deneme süreci ekim ayında başlayacak ve ilk prototip Kerala nehri üzerinde inşa edilecek.
Deneme sürecinin ardından güneş panelleri su üzerine yerleştirilmeye başlanacak. Her bir 1 MW üretecek panelin yerleştirilmesinin, 1.18 milyon dolara mâl olması bekleniyor.
Hindistan, tarım ve orman arazilerini korumak için su üzerinde inşa etmeyi kararlaştırdığı güneş santrallerini, Japonya'da inşa edilen yüzen santrallerin bir benzeri olarak inşa edecek. Alan maliyetini ciddi anlamda düşürmesinin yanı sıra, güneş panelleri üzerini örttükleri suyun buharlaşmasını da önleyecek.
Hindistan, bugüne kadar yürüttüğü güneş enerjisi projesinde su kanalları üzerinde 1 MW gücünde santraller inşa ediyordu.

kaynak: fizikist.com/haber-dunyanin-en-buyuk-yuz...

22 Aralık 2014 Pazartesi

Ebeveynlerin çocuk yetiştirirken yaptığı hatalar

Çocuklara geri zekalılarmış gibi davranmak sanırım yapılanların en kötüsü. 
Bir gün Salzburg'dayım, Türk kadın, belli Turist, pahalı bir ayakkabı dükkanında, telefonu çalıyor, açıyor, yolculuğunu vb. anlatıyor. Ardından belli ki çocuğunu veriyorlar telefona. Bizimki ciyaklıyor: "Mamanı ham ham yaptın mı anneciğim? " Tamam anada zeka yok ama çocuğa tam geri zekalı muamelesi yapmak niye. 

Diğer hata çocukların üstüne çok titrenmesi, yere düşmeden yürümeyi öğrenmiş çocuk biliyorum. Her düşecek gibi olduğunda anasının ya da babasının koruyucu elleri çocuğu tutuyor. O çocuğun büyüyünce terapisti ya da partneri olmak istemem. Avrupalı çocuklara bakıyorsunuz 5-6 yaşında alıyor kaykayı giriyor beton kanala, bir o tarafa bir diğer tarafa kayıyor, zıplıyor, dönüyor. Tabii koruma aparatları var ama tutan ana baba yok. Beşiktaş rıhtımda bakıyorum eşşek kadar herifler, anca kopabilmişler ana babadan, dümdüz yerde kaykaylarıyla üç basamak aşağı üç basamak yukarı yapabiliyorlar. Korkak, kendine güvensiz, çıtkırıldım nesil yetiştirmenin mantığını kavrayamadım...

Ülkeler ve peynirleri.

Manchego - La Mancha/İspanya
Yoğun lezzetli az kokulu bir koyun peyniridir. İspanya'nın standart kahvaltısında ve tapalarda mutlaka bulunur. Suave, Semi Curado ve Curado şeklinde üç olgunluk derecesi vardır. 2 aylık Suave'den 2 yıllık Curado'ya kadar bir sürede olgunlaşır. Suave'si bile çok lezzetlidir tabii ki kaşarlanmış bir eski kaşar kıvamındaki semi curado'lar daha da lezzetlidir. 

Peynir

Pecorino - Italya
Aslında manchego'nun İtalyan versiyonu diyebileceğimiz yine çok lezzetli bir koyun peyniridir. Yaşına göre fresco, semi stagionato ve stagionato isimlerini alır. Sertlik dereceleriyle beraber manchego'da olduğu gibi lezzeti ve tabii fiyatı da artar. Ben en çok içinde karabiber çekirdekleri olanlarını severim. 
Peynir

Emmentaler - İsviçre
Orta sertlikteki bu inek peyniri bütün Avrupa'ya yayılmıştır. 2-18 ay olgunlukla yenir. Bu peynirlerde olgunlaşma sadece kokuyu arttırır, doğru dürüst tadı yoktur. Dolayısıyla pizzalarda da sıklıkla kullanılır. Kokusu kokmuş ayağa benzediğinden kokan ayaklara Almanca'da peynirleşmiş denir. :)
Peynir

Parmesan - Parma - İtalya
İtalyan peynirlerinin kraliçesidir. 16 kilo inek sütünden bir kilo parmesan üretildiği rivayet edilir ve bu fiyatına da yansır. En az 12 en fazla 36 ay bekletilir. Şarabın yanında, spagetti ve her türlü makarnada özellikle de quatro staggioni pizzasında kullanılır. Yoğun nefis bir tadı vardır. Makarnalara konulanı en eskilerinden seçilir ve özel bir rendeyle toz haline getirilir. Ayrıca orta sertliktekileri dilimlenip zeytinyağı, karabiber, roka ve balsamik sirkeyle isterseniz yemek isterseniz meze olarak afiyetle yenebilir. 
Peynir

Grana Padano - İtalya
Bir nevi çakma parmesan gibi parmesanın kullanıldığı her yerde kullanılır, olgunluğu 9 aylıktan başlar. Grana büyük anlamında değil tozlaşan (granüler) anlamındadır. Yarım yağlı bu peynir neredeyse parmesan kadar lezzetlidir. Yıllanma değerleri Grana Padano, Grana Padano oltri 16 mesi (16 aylık) ve Riserva'dır, 20 ay üstünde olgunlaştırılmışına denir. 
Peynir

Camembert - Fransa
Beyaz küfle kaplı bu peynir geleneksel olarak inek sütünden yapılsa da İsviçre Alpler'inde keçi sütünden yapıldığı da olur. Yaklaşık %45'i yağdır. Sert bir kabuğu ve neredeyse sürülmelik yumuşacık bir içi vardır. Genellikle 12 günlük tüketilse de bakılarak olgunlaştırılanları da vardır ki bu peynirlerin hem kokusu inanılmaz şekilde artar ama hem de lezzeti mükemmelleşir. Taze haliyle hafif bir koku ve hafif bir lezzete sahiptir. Kahvaltıya ve şaraba meze olarak iyi gider. Bu peynirin kardeşi Brie de tamamen aynı peynirdir sadece ilk üreticisi Brie kentinden bir rahiptir. 
Peynir

Gouda - Hollanda
Üstü mum kaplı bu peynirleri hepiniz görmüşsünüzdür. Hollanda'nın Gouda kentinden çıkan yarı sert-sert olan bu peynir inek sütünden yapılır. 1-36 ay arası değişken bir olgunlaşma süresi vardır. Lezzeti yoğundur ama alışkanlık meselesi diye düşünüyorum, ben hiç sevemedim. Görselde tütsülenmiş versiyonunu görüyorsunuz. 
Peynir

Gorgonzola - İtalya
Kardeşleri Rokfor ve Danish Blue ya da Geheim Rat peynirleri gibi Avrupa'nın her tarafında üretilen %25-35 yağlı bu peynir inek sütünden yapılır, nispeten yumuşaktır, mavi küflü bir peynirdir. Şarabın yanına meze olduğu gibi, beşamelle karıştırılarak makarna sosu olur. Ayrıca kahvaltıda ve pizzaların üstünde de nefis olur. 
3-4 aylık nispeten taze tüketilen bir peynirdir. Görünüş itibarıyla tulum peynirine benzese de çok daha yumuşak bir yapısı vardır. 
Peynir

Mozarella - Güney İtalya
Manda sütünden üretilen bu neredeyse hiçbir tadı olmayan taze peynir %22 yağ içeriğinden dolayı kahvaltılarda yenebilir. Oldukça yumuşaktır ve yine roka, tuz, karabiber, zeytinyağı, balsamik sirkeyle ister meze isterseniz de yemek olarak tüketilir. Muhtemelen İtalya'nın en ucuz peyniridir. Neredeyse hiçbir lezzeti olmadığından pizzalarda İtalyanlar kullanmazlar ama yurdumuzda standart pizza peyniri olmuştur. Lezzet olarak lorun hallicesidir. 
Peynir

Zaten bol bol hayvancılık yapılan Avrupa'nın peynirleri anlat anlat bitmez. Bu nedenle bir yerde durmak gerekir. Ben de duruyorum. Afiyet olsun.

Harmonica (mızıka) nasıl bir çalgıdır, çeşitleri nelerdir?

Ben bir zamanlar çok kullanıyordum mızıkayı. Öncelikle ne yapmak istediğinize karar vermelisiniz çünkü mızıkalar çeşit çeşit. Ben iki çeşidini yakinen tanıdığımdan bu ikisini tanıtacağım. 

İlk olarak kromatik yani 12 notayı da çalabilen pistonlu mızıkalar vardır. Bunlarla her şeyi çalabilirsiniz yalnız iki elinizi de meşgul ederler. 
Müzik

Yanında başka enstrüman çalmanız mümkün değildir. Yani mızıka askısına asıp çalamazsınız. 

Diğer popüler tür ise Blues Harp'dır adı üstünde blues ve diğer bir çok müziği çalmanıza yarar. Ben daha çok gitarla beraber kullandığımdan bu türü tercih ediyordum. Bunların da çeşitli tonları mevcut. Eğer yanı sıra şarkı söylemek istiyorsanız ya da belli tonlarda parçalar çalmak istiyorsanız belli tonlarda olanlarından almalısınız. Genellikle iki adet bir şarkıcının ses spektrumuna yeterli olur. Mesela Sol majör ve Mi minör parçalar için Sol mızıka, Do majör ve La minör için Do mızıka işinizi görecektir. Bir Do blues harp'ın sesleri şekildeki gibi rakamlara yakın yazan sesler mızıkanın ana sesleri. Üsttekiler üflerken, alttakiler emerken çıkanlar. Rakamlardan uzak olan sesler bending tekniğiyle çıkartılabilen sesler. (Bending yaparken dilin arka kısmı yukarı kaldırılır, uç kısmı serbest bırakılır, hava damaktan aşağı doğru üflenir ya da damağa doğru çekilir. Bu şekilde blue tonlar elde edilir. Örnek: upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/... 
Şekilde gördüğünüz H tonları bizdeki Si'ye tekabül eder.

Müzik

Müzik
Daha bir çok mızıka çeşidi de mevcut yalnız bu aletlerin içlerindeki pirinç yapraklı levhalar kolayca eskir ve mızıkanız çok pahalı bir alet olmasa da kısa sürede kullanılmaz hale gelir. Ben en çok Hohner'leri tercih ediyordum, hem sesleri doyurucu ve güzel hem de iç takımları kolayca satın alınabiliyordu. Bu levhalar mızıkanın 1/3'ü fiyatına olur ve iki taraftaki vidalar açılarak kolayca değiştirilebilir. Size de tavsiyem mızıka almadan önce hangisinin yedek parçaları haricen satın alınabiliyor ona bakmanız. Basit bir alettir, her marka çalınabilir ama dediğim gibi çabuk eskidiğinden yedek parça en önemlisi.

Müzikle kalın.

İstanbul'da yapılacak 10 şey.

  • Tarihi yarımadayı gezmek. Özellikle Sultan Ahmet Camii, Ayasofya ve müze merakınız da varsa Topkapı Sarayı gezilmeli.
  • Tabii ki yola çıkmadan önce Beşiktaş Çarşı'da hiçbir ürünüyle hüsrana uğramayacağınız Çakmak Kahvaltı Salonu'nda nefis bir kahvaltı.
  • ·Sultan Ahmet meydanında işiniz bitince Kaplı Çarşıya kadar yürümek ve çarşıyı yukarıdan aşağı doğru gezmek, Mercan kapısından çıkıp Tahtakale'ye inmek.
  • ·Tahtakale ve Mısır Çarşısını gezmek.
  • ·Eminönü'nde balık ekmeğin yanında nefis turşu suyu içmek.
  • Balığımın yanında . İlla da içki olsun diyorsanız Haliç'in karşı tarafına geçip soldaki salaş restoranlardan birinde istediğiniz içkiyle balığı yemek.
  • Hazır oradayken İstanbul Modern'de bir sergi gezmek.
  • Kabataş'a doğru sahilden yürümek oralarda bir yerlerde denize nazır oturup çay içmek.
  • Akşam üzeri çarşıda ya da Beyoğlunda güzel bir rakı sofrası donattırmak, ki bunu öğlen gönderdiğim Haliç kıyısındaki salaş restoranlarda da yapabilirsiniz. Rakıya fazla abanmamak.
  • Henüz çıkılmamışsa Beyoğluna çıkmak. Sevdiğiniz müzik türüne göre bir bara ya da klübe gitmek. Etnik müzik severler Leyla Teras'a, Reggae için Nayah (Kurabiye Sokak) , Grunch, alternatif ya da party müziği için Karakedi, Bolca paranız var ve kıyafetiniz düzgünse boğaz manzaralı 360, sakin pahalı boğaz manzaralı bir yer arıyorsanız Leb-i Derya Lounch (Kumbaracı yokuşu) .

Snorkel, gözlük, palet gibi deniz ekipmanları kullanılmadığı kış sezonlarında en iyi şekilde nasıl muhafaza edilmelidir?

Tüm yumuşak plastiklerde yumuşaklığı veren uçucu bir madde bulunur (Diisononylphthalat (DINP), Di-2-Ethylhexylphthalat (DEHP) ya da Dibutylphthalat (DBP)) Bu madde tamamen uçtuğunda lastik esnekliğini kaybeder ve kırılgan olur. Bu nedenle araba lastiklerinde 3 yıldan eskisinin kullanılması güvenli bulunmaz. Aynı durum paletler, gözlük kenarları ve şnorkel ağızlığı için de geçerli. Aşağıdaki maddeleri Almanca bir dalgıç sitesinden buldum, mühendis olarak üstüne bir şey eklemek isterim. Eğer bu malzemeler aşağıdaki maddeler uygulandıktan sonra vakumlu torbada saklanırsa daha uzun süre dayanacaklardır. 

  1. Öncelikle tatlı suyla yıkanmalılar.
  2. Direkt güneş ışığından korunmalılar, serin ve kuru bir yerde muhafaza edilmeliler.
  3. Paletler düşey bir duvara dayalı saklanacaksa topuk kısımları aşağıda olmalı.
  4. Ekipmanlar uzun süre kullanılmayacaksa yumuşak lastik kısımları talk pudrasıyla pudralanmalı.

Dil teorileri.

İlk olarak dilbilimcileri ikiye ayıran temel görüşler vardır. 
a)- Monojenistler; bir nevi dililimcilerdir, dilin tanrı tarafından bir bütün olarak insanlara armağan edildiğini ve zamanla değişik yörelerde değiştiğini savunurlar. Bu kişiler de aslında Güneş Dil Teorisinde olduğu gibi tüm dillerin tek bir ortak atası olan bir dil olduğunu savunurlar. Dilbilimsel yaradılışçılık diyebiliriz. Kökeni tanrıya, kitaba bağlayıp bir seviyesinden sonrasını araştırmazlar.
b)- Polijenistler; ise önce jest ve mimiklerle anlaşıldığı ardından doğadaki seslerin yansıtılması, taklit edilmesi şeklinde seslerle ve ardından da oluşan ilk sözcüklerle anlaşıldığı şeklinde düşünen bir nevi dilbilimsel evrimcilerdir. 

Dil teorileri de aslında bu ikinci gruba aittir ve ilk kelimenin kökenini araştırırlar. 
  1. Alman dilbilimci Max Miller tarafından ortaya atılan Yansıma Teorisi dilin insanların doğada duydukları sesleri yansıtmasıyla oluşmaya başladığı üzerine kurulmuştur. Teoriye göre insanlar öncelikle kuş, hayvan, su, rüzgar, gök gürlemesi gibi sesleri taklit etmişler ve bu seslerden zamanla sözcükler oluşmuştur. Dillerin akrabalığı da yansıtılan seslerin dünyanın her yerinde aynı olmasından kaynaklanmaktadır. Tabii her teori gibi bu teori de eleştirilmiştir. Tüm dillerde yansıtmalı sözcükler azdır ve tüm sözcükleri bu sözcüklere bağlamak imkansıza yakındır.
  2. Ünlem (Ata) Teorisi ilk sözcüklerin insanların şaşırdıklarında, korktuklarında ya da öfkelendiklerinde ağızlarından otomatikman dökülen ünlemlerden çıktığını ve diğer tüm sözcüklerin bu ünlemlerden türediğini savunur. Bu teoriyi eleştirenler ise tüm dillerdeki ünlemlerin az olduğunu ve tüm sözcükleri bu az sayıdaki ünleme bağlamanın çok zor olduğunu savunurlar.
  3. Psikolojik Teori ise dilin aynen bir bebeğin dil öğrenmesi gibi evrilmiş olduğunu savunur ki en akla yakını da budur. Önce jest ve mimiklerle duyguların, isteklerin vb anlatıldığı ardından yapılan mimiklere uygun tek heceli sesler ve el işaretleri yapıldığı ve ardından bu seslerin birbirinden ayrışarak sözcükleri oluşturduğu savunulur. Resim ve yazı ile dilin ifade edilmesi en son ortaya çıkmıştır.
  4. Bir de dünyada neredeyse hiç yer edinememiş Güneş Dil Teorisi vardır. Teoriyi 1927'de ilk defa bilim dünyasına sunan Sırp Hermann Feodor Kvergiç'dir. Kvergiç'e göre dünyadaki ilk dil Türkçe'dir ve tüm diğer diller Türkçe'den türemiştir. Örnek olarak School ve okul, God ve Türkçe kut ya da electric Uygurca yaltrık (parıltı), bulletin Türkçe belleten gibi çoğu dilbilimciye saçma gelen etimolojik bağlar kurmaya çalışmışlardır. Bu teoriyi tarihçilere göre Türk halkına ümmetçi Araplar ve İranlılar olmadan da bir millet olabileceklerini anlatmak onların ezik hissetmesini önlemek amacıyla Atatürk de desteklemiştir.

Sanatçılar neden elit bir dil kullanır?

Sanatla uğraşanların elit bir dil kullanmalarının nedeni uğraşlarının elit olmasıdır. Herkes işi üzerine konuşur, sanatçı da kendi işi üzerine konuşurken mecburen meslek jargonunu kullanır. O da zaman zaman diğer insanlara anlaşılmaz gelir ama merak etmeyin sanatçılar kendi aralarında gayet iyi bir iletişim kurmuşlardır ya da onlar da birbirlerini anlamıyor ve kafa sallıyorlardır :) Hatta sanatçıların kullandığı jargon biraz okumuş insanlar tarafından nispeten rahatça anlaşılır. Bir kere iki doktorun meslekleri konusunda yaptıkları muhabbete denk gelirseniz aslında sanatçıları doktorlardan daha iyi anlayabildiğinizi fark edeceksinizdir. Zaten iki inşaat mühendisini bile mesleki konuşmalarda meslekten olmayan biri anlayamaz... .

İnsan neden ölmek ister?

Ben de bunu hep merak ederdim, kısmet şimdiyeymiş, biraz araştırdım. Şikago Üniversitesinden DR. Alex Lickerman mantıklı bir liste yapmış: 
  1. Depresyon: En sık rastlanan intihar sebebi depresyondur. Depresyondaki insan ondan kurtulmanın da imkansız olduğunu düşünür. Var olmak ona acı verir hatta kişi kendini yok ederse herkesin daha mutlu olacağını düşünür. Bunun yanı sıra depresif insan bunun bir rahatsızlık olduğunu düşünmez ve rahatsızlığından utanır.
  2. Psikoz: Psikoz sahip olan kişi için dışarıya karşı saklaması çok zor olan bir rahatsızlıktır ve depresyondan çok ağırdır. Şizofrenik insanlar genellikle iç sesleriyle intiharı tartışırlar. Yardım almazlarsa da günün birinde kendilerini öldürmeleri olasıdır. Hem depresyon hem de psikozlar ilaçlarla kontrol altına alınabilirler. Hatta öyle ki kişi tamamen çalışma, yaşama yetilerini kazanabilir. Psikozlarda tedavi olmazsa hasta günün birinde hastahaneye kapatılmak zorunda kalır.
  3. İmpulsif (fevri) olmak: Genellikle alkol ve/veya uyuşturucunun etkisinde bir anda duygulanıp/hüzünlenip kendilerini öldürmeye kalkarlar. Madde etkisi geçtiğinde de yaptıklarından utanırlar. Bu türün de intiharı tekrar deneyip denemeyecekeri hiçbir zaman bilinmez. Aynı psikolojiyle aynı maddeleri alıp aynı şekilde intihara tekrar kalkışmaları her an ihtimal dahilindedir.
  4. Yardım istemek ve ona başka türlü ulaşmanın yolunu bilmemek: Bu tür insanlar genellikle ölmek istemezler ve ona göre yöntemler seçerler; bilekleri enine kesmek, uyku ilacı almak gibi. Asıl istekleri ilgidir ve onu da intihar yoluyla hasat ederler. Genellikle ergenlerde görülür. Yine de bilgisizliklerinden dolayı kendilerini sakat bırakacak ya da öldürecek bir durumla da karşılaşabilirler. Yakınlarının ilgisizliği sürdükçe çakma intihar vakaları tekrarlanabilir.
  5. Ölmek için felsefik bir nedeni olmak: Bu gruptaki insanlar genellikle sonu acılı biten ağır bir hastalık sahipleridir. Tek amaçları kaderlerine kendileri karar vermek ve ölümlerini mümkün mertebe acısız hale getirmektir. Bu insanlar ruhen hasta değil bilakis tamamen sağlıklılardır. Aslında ötenazi hakkı da bu grup için çeşitli ülkelerde tartışılır.
  6. Hata yapmış olmak: Bu, genç insanların birbirlerini kafa yapsın diye kısa süreli boğdukları ve bazen de süreyi ayarlayamayıp çok ileri gittikleri son moda trajik bir oyundur. Buna karşı tek korunma yöntemi eğitimdir. Aslında oyundur ama intihara dönüşür.

kaynak: kevinmd.com/blog/2010/06/6-reasons-peopl... .

Türkiye altyapı, inşaat sektörü ve ulaşım olanakları açısından ne kadar gelişmiş durumdadır?

Altyapı olarak gelişmiş ülkelerle ülkemizi kıyaslayabilecek durumdayım. Altyapı kavramı göreceli bir kavram olmakla beraber. Bir ülke, bir kent için gereken yol, su, elektrik, gaz, kanalizasyon, peyzaj, çevre ve ulaşımı içerir ki yine her madde ayrı bir muammadır. 

İlk olarak iktidarın diline pelesenk olan yollardan başlayalım. Yol yapımının en meşakkatli ve pahalı kısmı asfalt dökülmeden önce yapılması gereken yol atyapısı çalışmalarıdır. Daha yolun tanjantları çizilirken çevredeki dolgu malzemesi kaynakları, akarsular, tepe ve vadiler araştırılır ve yol bu bilgiler ışığında optimize edilerek çizilir. Hafriyat bildiğimiz üzere çok pahalı bir uğraştır. Yol için ise resmen en iyinin en iyisi malzeme kullanılmalıdır. Burada kullanılan malzemenin şekli, boyutu, kimyasal yapısı da işin içine girer. Tamamının doğru olması gerekir ki ne malzeme kaysın ve çöksün ne de suyla erisin ve çöksün. Buraya kadar hep doğru seçimler yapıldıktan sonra yolun direnaj çalışmaları başlar, yolun altına yer yer drenaj boruları, menfezler yapılmalıdır. 100 yıllık taşkın değerleriyle ki burada da hidroloji mühendisliği için içine girer bu menfez ve borular yerleştirilir. Ondan sonra yol yapım çalışmalarına başlanabilir ki o da çok zaman alan meşakkatli bir iştir. Altyapı malzemesi 10cm gibi katmanlar halinde düzleştirilmiş zemine serilir, greyderle üstünden geçilerek düzleştirilir ve ardından sıkıştıma makineleriyle sıkıştırılır. Bir sonraki 10cm malzeme gelir, aynı işlem baştan ta ki gereken yüksekliğe ulaşılana kadar. Sonra taşıyıcı asfalt katmanı %2 yanal eğimle serilir ki yolun kenarına koyacağımız drenaj kanallarıyla yolun üstündeki su hemen tahliye edilebilsin. Bilindiği üzere asfaltın en büyük düşmanı sudur. Üstüne aşınma katmanı serilir ve yol hazırdır. Bu şekilde ve doğru hesaplarla yapılan bir yol altyapı olarak sonsuza kadar üstyapı olarak da 20 sene yaşar, her beş senede bir bakım yapılması şartıyla. 

Gelelim yurdum yollarına; yukarıda saydığım doğru yapılması gereken yığınla adımdan bir tanesi bile doğru yapılmadığından çok değil bir sene içinde çökerler, çatlarlar ve tamir edilmez bir hal alırlar. Bu durum sadece şehirler arası yollarımızda değil şehir içi yollarımızda da oluşur. Bu ülkeye yol yapımı açısından yüksek bir not veremeyeceğimiz aşikardır. Her yağmurda yeni yapılan Üsküdar meydanı denizle birleşirken, başkentimizde altgeçitlerde insanlar mahsur kalırken, yol partisinin yaptığı duble yollarda insan boyunda çökmeler oluşurken ülkemizin yol notu sıfıra yakınsar. 

Su konusuna gelince öncelikle her sene yağan yağmurlarımız her nedense barajlarımıza ulaşmaz. Ülkeyi sel götürür bir tek barajlar boş kalır. Türkiye'nin su altyapısı tüm şehirlerimizde berbattır, ODTÜ hocalarından bildiğim kadarıyla sisteme basılan içme suyumuzun tam yarısı sızıntılarla kaybolur. Zaten şehirlerimizin içme suyunun yarısı belki de daha fazlası günümüzde her yüz metrede bir olan AVM-Rezidans, cami şantiyelerinde harcanıyor. Ankara'ya uygun arıtma tesisi olmadan zehirli atıklarla dolu Kızılırmak suyu verilmekte insanlar hasta edilmektedir. İstanbul'da ise minicik bir akarsu olan Melen Çayından medet umularak milyonlarca liralık su ulaşım tünelleri yapılmaktadır. Aslında tesisatlar yenilense suyun abartmıyorum tamamı kurtarılabilir ve suyumuz gerçekten yeter. Ufak ufak kazılarla, bölge bölge yapılabilecek bu işlem seçimlerde kullanılamayacağı ve uzun süreli olduğu için yetkililerce önemsenmemekte ve yapılmamaktadır. 

Elektrik konusunda da geri kalmış bir sisteme sahibiz. Güneydoğu Anadolu'dan gelen elektrik olmasa tümümüz karanlıkta kalırız. Bu konuda aslında DSİ'nin HES çalışmaları vardır ama bu durum da halkımız tarafından hoş karşılanmamaktadır. Tabii burada yapılan bol hatalı mühendislik uygulamalarının da payı vardır. HES'lerimiz taşkın suyunu tutacak boyutlarda yani küçük ama daha sık yapılabilir, dolayısıyla ırmaklar, nehirler, çaylar kurutulmadan da bu iş yapılabilir. Avrupalılar da nehirlerine birkaç kilometrede bir ufak bir HES kurmuşlardır ama yöre ekolojisini fazlaca bozmadan. Orada da bir çok küçük kentin kendi HES'i vardır ve elektriklerini oralardan alırlar. Suyla oynamak dünyanın her yerinde çok riskli bir iştir. Hiçbir su mühendisliği projesi %100 doğru olamaz ama bizdekiler %50 bile doğru olamıyor. Ülkemizin doğru projelendirilmiş küçük HES'lere ihtiyacı vardır. Zaten GAP gibi büyük tesisler stratejik olarak da çok tehlikelidirler. Ülkenin elektriğini kesmek sağlam bir bombaya bakar. Güneş zengini ülkemizde aslında en verimli enerji kaynağı güneş enerjisi santralleri olacaktır. Hindistan yapıyor, ABD yapıyor hatta güneşsiz Almanlar bile yapıyor, fakir ülke olarak Meksika bile yapıyor, biz de yapabiliriz. Güneş enerjisi santrallerinin ne doğaya, ne çevreye hiçbir zararı, tehlikesi yoktur. 

Gaz konusunda diyecek bir şey yok, tamamen dışarıya bağımlıyız. Tek çözüm gaz yerine elektrik kullanmak ve o elektriği de güneş enerjisi santralleriyle üretmek olur. Belki inanmazsınız ama o tür santraller en az 50'lerin teknolojisi nükleer santraller kadar enerji üretebiliyor. Kanalizasyon konusu da zaten ülkemizin büyük dertlerindendir. Tüm yurtta tesisatlar eskidir ve eski modadır. Hala eski beton künkler kullanılmaktadır ve bol bol sızıntı olmaktadır. Sızıntı eğer su tesisatlarımız düzgün olsaydı çok problem olmazdı ama onlarda da oluşan kesintilerden dolayı bolca alçak basınç oluşmakta ve kanalizasyon suyu bol bol su tesisatlarımıza karışmaktadır. Bunun yanı sıra, kanlizasyon suyunun büyük bir kısmı da yüzey suyudur ki hidrolojik olarak temiz su sayılır, direkt akarsu ya da denizlere akıtılabilir. İki ayrı atık su borulaması gerektirir, biri ev kanalizasyonu diğeri yağmursuyu için. Arıtma tesislerimiz de yeterli değildir, hala 21. Yüzyılda tüm kanalizasyonunu denizlere ya da akarsulara akıtan şehirlerimiz vardır ki bizim Kurbağalıdere de o akarsulardan biridir. Modern sistemlerde su sızdırmaz PVC borular kullanılır. Yüzey suyuyla, ev kanalizasyonları birbirinden ayrılır, endüstri tesislerinin zaten kendi arıtma tesisleri olur, onlardan sadece içinde balık yüzebilen sular çıkar ki Avrupa'da bir çok fabrika çevreye kanıtlamak için atık sularının arıtıldıktan sonraki kısmında bir havuz yapar içinde balık beslerler.

Çevre konusuna gelince onda da kanalizasyona da bağlı olarak düşük not almaktayız. Kanalizasyon arıtma tesislerimiz yetersiz ya da yer yer hiç yok. Çöplerimizi ayrıştırıp geri dönüşümü sağlamıyoruz. Çöp diye attığımız maddelerin %90 gibi bir çoğunluğu geri dönüştürülebilecek hammaddelerdir. Hem ham madde, hem su hem enerji tasarrufu sağlayabiliriz. Tüm ambalajlar geri dönüştürülebilir. Kağıt, çeşitli plastikler ayrı ayrı, teneke, aluminyum, cam ve mutfak artıklarının çoğu, tüm meyve, sebze artıkları. Bunlar çöplerimizin en az %90'ını oluşturur ve çevre bilinci olan ülkelerde bunların hepsi ayrı ayrı toplanır, işlenir, geri dönüştürülür, tekrar tekrar kullanılır. Milli gelirimizin büyük bir kısmını çöpe atıyoruz. Bunun yanı sıra geri dönüştürülemeyecek atıklar da zehirli gazların çıkmasını engelleme amaçlı yüksek sıcaklıklı yakma tesislerinde yakılır. Biz ise tüm bu geri dönüştürülebilir maddeleri karma bir bulamaç halinde suyunu da yeraltı sularına geçiren saçma oyuklara gömüp saklıyoruz. Söyleyeyim size bunda da sınıfta kaldık.

Peyzaj yani şehrin yeşil alanları da özellikle son hükumet zamanında tamamen tehdit altına girmiş çoğu yerde zaten yok edilmiştir. Gezi parkı için verilen mücadeleyi unutmuş olamazsınız. Taksim'deki son yeşil alana da göz dikmişti zamanın başbaşı. Ben Mecidiyeköy'de oturuyorum. Buradaki afet toplanma alanına park yapılması gerekirken Trump Tower yapıldı. Park, civarın rantını arttırır; yapılan bina ise hem izinleri verenlerin hem de bina sahibinin cebini doldurur. Kaldı ki afet anında kaçılabilecek, toplanılabilecek, gerektiğinde çadır kurup uyunacak yer kalmamıştır. Aynı zihniyet tüm şehirlerimizde sürdürülmektedir. Evimin yanında geçenlerde popüler olan katil torunlar şantiyesi var. Ali Sami Yen stadyumu yıkıldığında o arazi park yapılmalıydı. Mecidiyeköy tamamen gri bir yer ve buranın nefes alacak bir parkı olabilirdi. Kaldı ki madem afet toplanma alnımız Trump'a peşkeş çekildi bu alan da bize kalmalıydı ama hayır, "kupon araziler benimdir" demişti başbaş (artık cumcum), tabii ki onun, dikildi kocaman bir TOKİ tabelası ki kontrol de edilemesin, yapılıyor dev birkaç AVM ve Rezidans kompleksi o araziye. Bu konuda da sınıfta kaldık.


Gelelim ulaşıma Özal zamanından bu yana en verimli ulaşım sistemlerinden biri (deniz ulaşımından sonra ikinci) olan demiryolları yerine hızlıca yapılıp oy toplanan karayollarına ağırlık verilmiştir. Şimdilerde Avrupa'nın banliyö trenleri hızında giden trenler vatandaşa hızlı tren olarak yutturulmaya başlanmıştır. Almanya 1984 ilk MAGLEV trenini yapmıştır hızı 420km/saat, yeni teknoloji ise Çin ve Japonya'da 580km/saat'in üstünde hızlara çıkmaktadır. Fransızların TGV trenleri 515km/saat yapmaktadır hatta en eski hızlı trenlerden olan Almanların ICE trenleri bile bizimkilerden hızlı olup 250km/saat yapmaktadır. Her işleri olduğu gibi bu işleri de yalan. Sadece tren olarak bakmamalı. Yeni iktidar döneminde bir çok ilimize hava alanı yapılmıştır, bu aslında bir yandan olumlu bir gelişmedir, diğer yönden bakılınca en verimsiz ulaşım şekli desteklenerek milli gelire darbe vurulmaktadır. Hava alanı yerine bizde de MAGLEV yapılabilirdi, hem neredeyse uçak kadar hızlı hem de şu anda gerçekten en verimli ulaşım medyumu. İstanbul ülkemizin ekonomisinin %70'inin döndüğü şehir. Burada büyük bir ulaşım problemi mevcut ve bunu da yine rant peşindeki projelerle sözde çözmeye çalışıyor görünüyor ne yazık ki yöneticilerimiz. Şehrin trafiğini kilitleyen iki nokta var birinci ve ikinci köprü, şimdi rantvari bir projeyle üçüncü bir kilit oluşturulmaya çalışılıyor. 3. Köprü de bu şehrin trafiğini çözemez en azından istatistik öyle söylüyor. Köprü yerine elimizde olan kocaman bir boğazımız var. Dünyanın en efektif ulaşım metotlarından biri olan deniz yolu neden kullanılmaz. Karşılıklı ve boğaz boyunca her semtten vapur ya da motor seferleri, arabalı vapurlar konularak köprünün yapacağının yüzlerce kat fazlası sağlanabilecekken kuzey ormanlarımızı da yok edip oralarda rant peşinde koşuyorlar. Neyse zaten deli gibi uzattım, ulaşımdan feci şekilde sınıfta kalıyoruz. 

İnşaat balonu hala şişmekte patlayana kadar henüz bir problem yok, Amerikalı uzmanlar da bu balonun henüz patlama aşamasına gelmediğini söylüyorlar (gerçi onlar da kendi patlayan balonlarını öngöremediler, ne kadar güvenilir bilemedim). Depreme kadar inşaat sektörü iyi durumda diyebiliriz.

Kağıt bardaklar içindeki sıcak suyun etkisiyle nasıl şekil değiştirmez (erimez), bunu sağlayan nedir?

Kağıt bardaklar P. E. Kısaltması olam polyetilen'le kaplı (lamine) kağıttan üretilirler. Polyetilen de aslında bir termoplast'dır ama erime derecesi yoğun olanlarında 120-180° , az yoğun olanlarda da 105-115° arasında değişmektedir ki içine koyacağınız suyun, sütün, çayın ya da kahvenin sıcaklığı hiçbir zaman bu derecelerde olamaz. Malzemenin termoplast özelliği sayesinde bardaklar yüksek ısı ve basınçla yapıştırılır. Aşağıdaki videoda da görebileceğiniz üzere önce kenar dikişi ardından taban ve en son da ağız kenarının yuvarlanması ısıtılarak yapılır.



kaynak:en.wikipedia.org/wiki/polyethylene

Kola ne kadar zararlıdır?

Şekerin zararlı olduğu iddia ediliyor yani kola diğer meyveli ya da meyvesiz gazozlar kadar zararlıdır. 
Kafeinin de zararlı olduğu iddia ediliyor yalnız aynısı afiyetle içtiğimiz çaylar ve kahvede de bolca var, kola da onlar kadar zararlıdır. 
Karbonik asidin de zararlı olduğu söyleniyor yani aynı asidi içeren soda, maden suyu, gazozlar kadar zararlıdır. 
Fosforik asit de zararlıdır, fosforik asit içeren doğal gıdalar süt, et, beyaz et, balık, fındık fıstık ve yumurtadır. Osteoporosis, böbrek hastalıkları ve taşı yapar. E338 gördüğünüz tüm gıda maddelerinde mevcuttur. Bunlar tüm gazlı içecekler, işlenmiş et ürünleri, çikolata, yağlar, bira, reçel ve şekerlemelerdir. Kola da fosforik asit içeriğinden dolayı diğer sayılan gıda maddeleri gibi zararlıdır.

Şarap/rakı/viski ve bildiğiniz diğer içkilerden hangisi kana daha çabuk karışarak etkisini gösterir? İçkilerin kana karışma süresi neden farklıdır? Alkolun yiyecekle birlikte alınması kana karışmasını geciktirir mi?

Yukarıdaki içeceklerden en yüksek alkol yüzdesine sahip olan viski etkisini en çabuk gösteren olacaktır. Konsantre alkollerde emilim ağızda başlar %2 gibi bir kısım alkol henüz ağızdayken emilir ve kana karışır, ardından midede %20'lik bir kısmı mide duvarları tarafından emilir ve kalan %78 ince bağırsak tarafından emilir. Tüm bu işlem yaklaşık iki saate yayılır. Yani ilk içtiğiniz yudumun maksimum etkisini iki saat içinde hissedersiniz. İkinci hızlımız suyla karıştırıp seyrelterek içtiğimiz rakı olacaktır, onu takiben şarap ve en son bira olacaktır. Kana karışma sürelerini etkileyen çeşitli faktörler vardır; bunlar alkolün konsantrasyonu, ısısı (hızlandırır), karbonik asit içeriği (bira, yavaşlatır), şeker içeriği (hızlandırır), midenin boş olması (bu en fazla hızlandırır) . Boş mideye içilen alkolün emilimi yarım saat gibi kısa bir sürede gerçekleşir. Mantık basittir, mideye giden alkol eğer orada yiyecekler varsa yiyeceklerle karışır ve onlar hazmoldukça emilir, onlar ince bağırsağa ulaştıklarında son alkol parçası da emilir. Boş mideye alınan alkolün ise yolu açıktır, tüm organlardan hızlıca geçer ve emilir. 

Şekerli içeceklerin etkisinin daha fazla olmasının ana nedeni kolay içilir olmalarıdır. Tatlı olduklarından hızlı içilirler. Light içeceklerle karıştırılarak içilen alkol ortaya çıkan enzimler sayesinde daha da çabuk kana karışır. Bunların enzimatik kısmını biyoloji hocalarımız açıklamalı. Biyolojiye bayılırdım ama enzim kısımlarında bolca uyukladım. 

Alkol vücudumuzdan nasıl çıkar dersek, öncelikle tamamen emiliminin iki saat olduğunu düşünmeliyiz. Ardından %5 kadarı ağzımızdan nefes yoluyla çıkar, %2'sini pisuara iade ederiz, %1-2'sini de ter yoluyla ortamın havasına veririz. Kalan yaklaşık %90 karaciğerde okside edilerek bozulur ardından bir kısmı nefesle kalanı da idrar yoluyla atılır. Alkolün vücuttan atılım hızı 0,15-0,10 promil/saat'dir. Alkolün vücudunuzdaki promil değeri tamamen alkol konsantrasyonu, içtiğiniz miktar, vücut ağırlığınız, vücudunuzdaki kan miktarı, içme hızınız, terleme hızınız (dans ederseniz çabuk gider mesela) gibi bir çok etkene bağlı olduğundan tam olarak tahmin edilemez. 

Yine de kandaki bu promil değerleri belki ilginizi çeker: 

< 0,2 ‰ Alkol
Rahatlatıcıdır, konuşma isteğini arttırır

> 0,3 ‰ Alkol
İlk görme bozuklukları, özellikle de uzaklığı tahmin etmede zorluklar, dikkat eksilmesi

> 0,5 ‰ Alkol
Tepki süresinin belirgin şekilde uzaması, özellikle de kırmızı sinyallere, risk alma isteğinin artması

> 0,8 ‰ Alkol
İlk denge bozuklukları, uzağı görememe, tüm görme fonksiyonlarında azalma ve şartlı refleks yitimi

1,0 - 1,5 ‰ Alkol
Konuşma bozuklukları, risk almaya yatkınlık, belirgin saldırganlık göstergeleri

2,0 - 2,5 ‰ Alkol
Kuvvetli koordinasyon ve denge bozuklukları, peltek konuşma

> 2,5 ‰ Alkol
Bilincin iyice yok olmaya yüz tutması, hareket edememe, çift görme, hafızanın kapanması

> 3,5 ‰ Alkol
Ölüm tehlikesinin başlaması; nefes alma refleksinin çalışmaması, alkol koması

> yaklaşık 5 ‰ Alkol
Genellikle ölüm

Sıhhatinize :)

Kaynaklar: 
novafeel.de/ernaehrung/alkohol.htm
gutefrage.net/frage/alkohol-geht-nicht-... 
wissenschaft.de/leben-umwelt/biologie/-... .

Rasyonel Sayı nedir?

Rasyonel sayı bölen ve bölünenin tam sayı olduğu ve bölenin sıfırdan farklı olduğu herhangi bir kesirle ifade edilebilen sayıdır. 7/3, 23/6 vb. Bölen bir olabildiği için tüm tam sayılar da rasyonel sayıdır 11/1=11, 24/1=24 vb. Rasyonel sayıların diğer bir özelliği de kesir hesaplandığında ondalık hanelerin ya sınırlı adette olması ya da belli bir yerden sonra kendini tekrar ediyor olmasıdır. Mesela 23/6=3,833333
ya da 7/3=2,333333 ya da 9/4=2,25 vb. Bu da şu anlama da gelir: Tüm tekrar eden ya da sonlanan ondalık sayılar da rasyonel sayıdır. Çünkü belli bir tam sayıyla çarpıldıklarında sonuç olarak tam sayı çıkar. Örneğin: 3,8333333*6=23

Saçlar nasıl çabuk uzar?

Yıllarca afedersiniz kıçıma kadar saçlarım vardı. Nasıl uzattığıma gelince çok basit bir işlemdi. O kadar basit ki saçlarım uzasın diye çırpınan kadınlar kompleks düşünce yapılarıyla anlayamıyorlar. Saç uzatmadaki en önemli şey saçları kestirmemektir. Bir kısmınız tabii diyecek ki "eee bunu biz de biliyoruz. " Yıllarca kız arkadaşlarım kuaförden döndüklerinde "saçlarımı uzatacağım onun için kestirdim" dediler. Hep tekrar ettim, kuaföre gitmeyeceksiniz, bakımsızlıktan ya da uzun süre kesilmemekten uçları mı kırıldı; kendi kesebileceğiniz uzunlukta değilse çağırın bir arkadaşınızı kahve sohbetinin yanı sıra itinayla kırıkları kessin. Kuaföre giderseniz en az 5cm uçurur, istemediğiniz şekilde keser, belki de eve döndüğünüzde kendiniz düzeltmek zorunda kalırsınız ve o saçlar uzamaz. Bu kesme işlemi de iki aydan daha sık olmasın. 

Avrupalılar insanın sağlığının saçlardan görülür olduğunu söylüyorlar. Yani vücudunuza iyi bakıp dengeli beslenir, sigara da içmezseniz saçlarınız da sağlıklı olur. Yumurtalı saç kürleri bütün dünyada seviliyor. Benden de bir anne tarifi: 
  • Yumurta
  • Limon
  • Zeytin Yağı

Bir de Alman tarifi buldum:
  • Süzme yoğurt
  • Limon
  • Yumurta
Güzelce karıştırıp saçlarınıza ve kafa derinize masaj yapın, üstüne bir bone iyi oluyor yoksa her yere bulaşıyor. Bir saat kadar sonra da yıkayın. Bunu tabii her gün uygulamayın, haftada bir iyidir. 
Saçları yıkarken doğal şampuan, bulabilirseniz doğal saç kremi kullanın. Saç kürü adı altında kutularda satılan yoğun keremler saçlarınızı kür manyağı yapar ve bol bol da dökülmelerine sebep olur. 
Saç kurutma makinesini mümkün mertebe kullanmayın, hem kuruturken saçları çok çekiştirirsiniz hem de saçların kuruyarak çabuk kırılmasına neden olur.